Osmanlı İmparatorluğunun çöküşü, Kurtuluş Mücadelemiz, Cumhuriyetin kuruluşu, yaşanan acı ve tatlı olayları tadına doyulmaz bir uslup ile anlatan Falih Rıfkı Atay’ı özellikle de Çankaya ve Zeytindağı eserlerini gençlerimize ve çocuklarımıza okutturunuz. Zafer Bayramımızı kutlarken, Falih Rıfkı Atay’ın “Çankaya” isimli eserinden aldığım, “30 Ağustos’a İstanbul’dan Bakış” yazısını düşünerek, acı bir tebessüm ve nemli gözlerle okuyacağınızı tahmin ediyorum...
Gazeteye geldiğim vakit Anadolu’nun birden bire kapandığını söylediler. İstanbul ve Türkiye’nin işgal altındaki köyleriyle, memleketin öbür kısmı arasında hiçbir temas yapmaya imkân yoktu. Aradan 30 yıl geçti, o sabahki heyecanımın şimdi bile gönlümü ürperttiğini duyuyorum…
- Acaba Yunanlılar mı taarruza geçtiler?
- Belki de bizimkiler…
Tarihte hiçbir perde bu kadar ağır bir kader sırrı üstüne inmemiştir. Ne Rumca ve Ermenice gazetelerde, ne İngiliz veya Fransız ağzı konuşanların sözlerinde merak giderici bir yayıntı bile yoktu…
- Canım biz taarruz edebilir miyiz? Daha geçenlerde Fethi Bey mütareke aramak için Londra’ya gitti. Ummam ki böyle bir delilik yapalım…
- İhtimal ne cepheyi ne cephe gerisini tutamaz hale geldikleri için bir son çare aramışlardır…
Hepimiz Mustafa Kemal’in askerlik dehasına inanırdık. Onun her şeyi vara olduğu kadar, yoka da çevirecek bir zar atmayacağını biliyorduk.
Fakat nasıl haber almalı idi?
Bütün günümüz adeta merak sancısı içinde geçti. Yalnız yemekten değil düşünmekten de kesilmiştik… Zırhlıları ile tümenleri ve alayları ile I. Dünya harbi düşmanlarının zaferi, hâlâ İstanbul’un surlarında ve sokaklarında idi. Bir tek umut, bir avuç askerde ve Mustafa Kemal denen isimdedir. Kapkara perdenin arkasında yalnız onların yaklaşıp uzaklaşan hayaletlerini sezinliyoruz.
Nihayet Rumca gazetelerde ilk rivayetler çıktı; biz taarruza geçmiştik ve başımızı yunan ordusunun çelik kayasına boş yere çarpıp duruyorduk…
Türk ordusunun bir taarruz savaşına giremeyeceği fikri, bizim kuşağımız için değişmez gerçeklerden biri idi… Ordumuzun kahramanlığına bel bağlardık, fakat onun ancak dayanma mucizeleri verebileceğini sanırdık. Onun son destanları 1877 harbinde Plevne, 1912 harbinde Edirne, sonra da Çanakkale idi. Rumca gazetelerin haberi ile merakımız biraz azalsa bile kaygımız ateş gibi yanıyordu.
Zaman geçtikçe umutsuzluğumuz arttı. Havadis duyurmakta Beyoğlu gazeteleriyle yarış eden ve üst üste kasabalar alındığı rivayetlerini uyduran bir Türkçe sürüm gazetesine kızıyorduk…
- Taarruz sökmüş olsa bir tebliğ verirlerdi. Durduk mu, geriledik mi? Ah hiç olmazsa bir iki kasaba alsak da öyle dursak…
Mustafa Kemal'e kızanlar ağızlarını açmışlardı bile...
"Ne olmuştu?" diye sormaktan korkuyorduk.
Türkleri Büyükada Yat Kulübü'nden kovmuşlardı. Yalnız bir iki sırnaşık, yolunu bularak içlerine sokulabilmişlerdi. Bunlar o akşam cezalarını çekmişlerdi. Çünkü kulüpte, Mustafa Kemal'in esir olması şerefine kulübün bütün şampanyaları patlıyor ve Türkler de dağıtılan kadehleri içmeye zorlanıyorlardı.
Ada sokakları çoluk çocuğun çığlıkları ile geçilmez bir hale geldi.
Ne olmuştuk, biliyor musunuz?
Kurtulmuştuk.
"Elhamdülillah, İzmir'e kavuştuk! ".
Kapıları açmanın imkanı mı var? Gazeteyi pencereden akıtıyorduk. Alan yüzüne gözüne sürüyordu. Galata Rıhtımı üzerinde kamçısı ile selam marşını susturan beyaz atlı Franchet d'Esprey, o korkunç hayal, sanki bir operet sahnesinden kalma hoş bir hatıra idi! Doğrusu daha fazla Dolmabahçe'ye gidip Vahdettin'i görmek istiyordum. İçimdeki tek zulüm hevesi bu idi.
O gün sapsarı kesilenler veya onların kinini güdenler, şimdi bile o günün hatırasını söndürmeye uğraşmakta değil midirler? Doğu kini, vicdanları saran bu kanser...
Kanserlerin en habis soyu!
https://twitter.com/kboztepe