DÜNDEN BUGÜNE SURİYE!
Şam’ın Suyu, Halep’in Yemekleri, Lazkiye’nin Denizi(2)
 
Suriye’nin başkenti Şam’a kara yoluyla gideceğim. Amacım çevreyi görmek. Otelin önüne yanaşan taksiye bavulumu koyarken biraz önce selamlaştığım kızları yine görüyorum. İçimden otelden çıkmamı beklemişler besbelli diyorum. Gülümsediklerini görünce birden bire dillerini bilmediğim, dilimi bilmeyen bu kızlara doğru koşuyorum. Kırk yıllık dost gibi sarılıyoruz. Konuşmadan sessizce vedalaşıyoruz. Gözyaşlarımı denetlemeye gerek duymadan, yüreğimde çiçekler açtıran bu kızlara el sallıyor ve gülümsüyorum. Artık 3.5 saat sürecek olan Şam yolundayım…
 
Halep- Şam arası uzun olduğu için, nasıl geçeceğini hesaplarken, şoför nereden geldiğimi soruyor. “Türkiye’den” diyorum. O da “Mustafa Kemal” diye sesini yükseltince dünyalar benim oluyor. Dayanamayıp “tanıyor musun?” diye soruyorum. Adının Şehmuz olduğunu sonradan öğrendiğim sürücü yanıtlıyor: “Nasıl tanımam? Canımdır o benim”. Bu içten cevap, bu uzun yolculuğu çekilir kılıyor ve Suriye’de olduğum sürece her yere Şehmuz’un arabasıyla gidiyorum. Memleketimden kilometrelerce ötede verilen bu içten yanıtı unutamıyorum.
 
Hukuk ve Şark Dilleri ile öne çıkan Şam Üniversitesi, evrensel üne sahip olan Şam Ulusal Müzesi görkemli yapılarıyla beni çok etkiliyor. Emeviye Camii’ne gitmek istiyorum, başımda örtü olduğu halde, üzerimde uzun rob olmadığı için içeriye alınmıyorum!
 
Şam, kalabalık ve renkli bir şehir, trafik ışıkları polislere emanet! Yemek yerken ve birbirinden lezzetli tatlıları denerken, atalarımızın dediği; “Ne Şam’ın şekeri, ne Arabın yüzü” sözü aklıma geliyor. Arap garsonların hizmetinden de, Şam’ın tatlılarından da çok memnun kaldığımı düşünüyorum!
 
Şam’dan sonra sırada 4 bin yıllık geçmişi olan ve insanın düş gücünü zorlayan ve “Ben bir dünya kentiyim” diyen Palmira’nın düşündüren ve geçmişe götüren atmosferine doğru yola çıkıyorum. Şam- Palmira arası 4 saat. Bir zamanlar kervan ticareti yapılan Palmira’ya Araplar, “Çölün Gelini” diyorlar Genelde eski ve çok süslü olan otobüsler, bana çocukluğumun Hint filmlerini anımsatıyor. Palmira’da kent içi ulaşım, üç tekerlekli, çok süslü arabalarla sağlanıyor. Kadınlar şoför mahalline, erkekler ve bavullar arkaya, açık bagaja alınıyor.
 
Biraz Efes’i, biraz Aspendos’u anımsatan, ancak çok daha büyük olan Palmira’da taşı ağlatan ve güldüren ustaların bu büyük yeteneğini selamlıyor, geçmişin izlerini sürüyorum. En çok da Faslı eşi atla dolaşırken küçücük bebeğine bakan Fransız kocanın özverisini alkışlıyorum! Kültürel mirasa ve kadın haklarına duyarlılık böyle bir şey diyorum!
 
Palmira’da kahvaltı yaptığım kafeteryanın sahibi 25-30 yaşlarındaki Basil, Türk olduğumu anlar anlamaz İbrahim Tatlıses ve Hülya Avşar’ın oynadığı filmi izletiyor. Ne istersem onu pişireceğini, arzu edersem mutfağa girebileceğimi de söylüyor. Akşam yemeği için ona yardım ediyor, biraz da mutfağı topluyorum. Ertesi günü Humus ve Hama’ya gitmeden önce kahvaltıya geldiğimde bana yardımlarıma teşekkür ederek, gümüş bir takı hediye ediyor. Yine gözyaşlarım ip gibi akıyor…
 
Humus ve Hama’ya gitmek için Palmira’dan ayrılıyorum. İlk işim rafinerisiyle tam bir sanayi kentini çağrıştıran Humus’un çıkışında bulunan, 13. yüzyıldan kalan, iyi korunan ve çok bakımlı olan Şövalyeler Kalesi’ne( Crac Des Chevalijers) çıkmak oluyor. Dönüş yoluna geçmeden önce son durağım tatlıları, su değirmenleriyle ünlü Hama. En çok dikkatimi şehir merkezinde turistik amaçlı kullanılan develer çekiyor! Korkudan binmiyorum ama korkmadan resim çektiriyorum!
 
Yer yer dramatik, yer yer komik, ama hep etkileyici ve iz bırakıcı olan bu yolculuğum sırasında çok ilginç şeylere tanık oldum. Örneğin Şam’ın caddelerinde, Halep’in sokaklarında, Humus’un mahallelerinde Hama’nın kenar semtlerinde, Palmira’nın kalıntılarında dolaşırken, kendimi bazen bir açık hava müzesinde hissettim. Bazen pek çok kültürü bir arada barındıran bir hoşgörü iklimini soludum. Bazen her dinden- etnik kökenden insanın kuşaktan kuşağa yapılagelen, yayılagelen özverisini alkışladım.
 
Ülkelerinin geçmişini, halini, kanatıcı yaralarını gören ve merhem olmaya çalışan kadınları - erkekleri tanıdım. Çeşitli projelerde elini taşın altına cömertçe koyan iş adamlarıyla, çorbada tuzu olanlarla, tuzu kuru olanlarla, umursamayanlarla, ilgisiz kalanlarla, “bana ne” diyenlerle tanıştım.
 
Ve boğazımı düğüm düğüm eden çok şey yaşadım. Halep Kalesi’nde karşılaştığım Mehmet ve Saleh, Diyarbakır özlemini bizi evlerine iftara çağırarak gidermeye çalışmışlardı. Kuyumcu Sarkis, Maraş özlemini, evine davet ederek paylaşmaya çabalamıştı. Şoför Şehmuz, Atatürk için, beni can evimden vuran bir yargıda bulunmuştu. Halepli kızlar tanışmadığımız halde otelin önüne sanki uğurlamaya gelmişti. Basil, yemek pişirmesine yardım ettiğim için bana armağan vermişti.
 
Memleket özlemini ve insan sevgisini kanıtlayan bu örnekler ve o sözler beynime ve yüreğime çakılmıştı, kolay kolay da çıkmayacaktı. İstanbul’a dönmek için yola çıktığımda kendi kendime yüreğimin tüm sıcaklığıyla onlara teşekkür ettim. Bu geziyi unutulmaz kıldıkları için. Verdikleri insanlık dersi için…
 
Not: Bu yazıyı 2002 yılında Suriye dönüşü yazmışım. O gün aklıma günün birinde Suriye’nin başına ne işler açılacağını bilmeden ve asla öngöremeden! Bayram değil seyran değil nereden çıktı yeniden yazmak diye sorarsanız ki sorabilirsiniz! Vefa derim, hala devam eden dostluklarım derim, kültürel kimliğime olan katkıları derim…
Misafir Avatar
İsim
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, pornografik, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.

banner80

banner87