CENAZE YIKAYACAK İMAM YOKTU!

CENAZE YIKAYACAK İMAM YOKTU!

Cumhurbaşkanımızın, kendi adının verildiği bir İmam Hatip Lisesi’nin açılış töreninde yaptığı konuşmada; “CHP’nin tek parti olarak iktidarda olduğu dönemlerde cenaze yıkayacak imam yoktu... Tek parti döneminde köklü dini kurumların kapısına kilit vuruldu. Milletimiz bırakınız Kuran-ı Kerim eğitimini, cenazesinin ortada kalacağından korkmaya başlamıştı.” şeklinde sözler söylediğini basında okuduk, televizyonlarda izledik.

Tüm samimiyetimle, Sayın Cumhurbaşkanımıza yardımcı olmak adına birkaç söz etmek istiyorum.

Sayın Cumhurbaşkanım,

Siyaseten bugünün CHP’sine karşı mücadelenizi, zorlansam da anlamaya çalışıyorum ama Cumhuriyetin kuruluş yıllarındaki tek parti iktidarını hedef alan sözlerinizi bir türlü anlayamıyorum. Üstelik eleştirilerinizin pek çoğu da gerçeği yansıtmıyor. Kaldı ki siyasi kökeninizi dayandırdığınız Demokrat Parti de sizin eleştirdiğiniz CHP’nin içinden doğdu. Tek parti döneminde size göre yanlış olan bütün uygulamalara başta Adnan Menderes olmak üzere Demokrat Partililer de destek olmuştu. Kanımca siz Demokrat Partilileri de eleştirmelisiniz. CHP’nin içindeyken neden o uygulamalara destek oldular diye...

Lakin bunu hiç yapmıyorsunuz.

Öte yandan o dönemdeki yanlış uygulamalar noktasında ortaya koyduğunuz örneklerin pek çoğu isabetli değil. Zira gerçeği yansıtmıyor.

Söz gelimi; diyorsunuz ki, cenaze yıkayacak imam yoktu.

Sayın Cumhurbaşkanım, siz de biliyor olmalısınız ki, İslam’da cenaze yıkama görevlisi diye bir kurum yoktur. Bütün Sünni mezheplere göre cenazeyi en yakını yıkamalıdır. Hatta bazı Sünni mezheplere göre eşler bile birbirlerinin cenazelerini yıkayabilir. Böyleyken, cenaze yıkayacak imam yoktu, cenazeler ortada kalıyordu gibi sözler etmek biraz garip değil mi?  

Bir kez daha belirtayim ki, geleneğe değil de gerçek Muhammedî İslam’a göre konuşacak olursak; bizim dinimizde “cenaze yıkama imamı” diye bir müessese asla söz konusu değildir. Üstelik biliyorsunuz ki cenaze yıkamanın Kur’an’î bir dayanağı da yoktur. Cenaze yıkamak, kefelenmek, kabre koymak gibi uygulamalar hadislere dayalı bir gelenektir. Hatta cenaze namazı dahi bir duadan ibarettir. Bildiğimiz manada “namaz” değildir.

Hal böyleyken; tek parti dönemine yönelik en azından bu konu üzerinden ağır eleştirilerde bulunmak sanki biraz haksızlık gibi geliyor bana...

Ayrıca İslam’a göre “namaz kıldırma memuru” da yoktur.

Yine Sünni mezheplere göre aşağı yukarı, namazda imamlık yapmak için gerekli şartlar bellidir.

Müslüman olmak, erkek olmak,  kekeme olmamak, baliğ (Ergenlik çağına ulaşmış) olmak ve namaz kılmayı bilmek...

Bu şartları taşıyan herkes namazda imam olabilir.  

Dolayısıyla namaz kıldıracak “imam yoktu!” demek; “namaz kılmayı bilen kimse yoktu!” demekle neredeyse aynıdır. Zira İslam’a göre namaz kılmayı bilen herkes namaz da kıldırabilir. Tek şartla; yukarıdaki özelliklere sahipse...

Sayın Cumhurbaşkanım, bir de bazen, tek parti döneminde camilerin ahır yapıldığından falan bahsediyorsunuz.

Evet, doğru söylüyorsunuz aslında...

Birkaç caminin o dönemde ibadethane dışında bir işlevle kullanıldığı malumdur. Özellikle İkinci Dünya Savaşı yıllarında yani merhum İsmet Paşa döneminde, İstanbul’da bulunan “kutsal emanetleri” korumak için Anadolu’da bir ya da birkaç caminin “depo” olarak kullanıldığı biliniyor.

Yine aynı dönemde nem vb. özellikleri dikkate alınarak bazı camilerin buğday deposu olarak kullanıldığı da biliniyor. Savaşta ibadethanelere saldırmama, onları bombalamama kuralı düşünüldüğünde camilerin yiyecek deposu ve peygamberimizin “kutsal emanetlerini” koruma amaçlı olarak kullanılması son derece doğru ve isabetli değil mi?

Savaş şartlarında ordunun gıda ihtiyacı için camilerin buğday deposu olarak kullanılmasının neresi dine aykırı?! Kaldı ki sevgili peygamberimizin döneminde mescitlerde tef çalınarak, şarkı söylenerek düğün bile yapıldığını biliyoruz. Bu hususta hadis külliyatında pek çok hadis mevcut.

Gelelim ahır meselesine...

O dönemde atlar hala önemli bir ulaşım aracı idi. Savaş koşullarında atlar önemli bir ulaşım aracı olmaları nedeniyle bir nevi silah da sayılıyordu. Düşman uçaklarının, önemli ulaşım aracımız olan atlarımızı bombalamak suretiyle telef etmelerini önlemek için bazı camilerde atların saklanmış olması muhtemel ve mümkündür. Türkiye’miz İkinci Dünya Savaşına girmemiş olsa bile her an savaşa hazır bir vaziyette idi. Bu amaçla pek çok önlemin alındığını biliyoruz. Yine sorayım; camilerin, atların ve diğer silahların saklandığı bir depo gibi kullanılmasının neresi islam’a aykırıdır? Savaş kuralları gereği, İbadethanedir diye düşman uçaklarının taarruzuna karşı daha korunaklı olan camilerden bu şekilde yararlanılması son derece doğru ve zekice bir yöntem değil midir?

Sayın Cumhurbaşkanım,

Kur’an eğitimi yapılamıyordu demeniz de gerçeği yansıtmıyor.

1928’de yapılan Harf İnkılabına karşı çıkanların eski yazıyla kitaplar yazma, basma ve bulundurup yayma faaliyetine devam ettikleri malumdur. Cumhuriyet yönetiminin yeni harflerin yerleşmesini ve yaygınlaşmasını sağlamak için geçici bir süre eski harflerle yazılı eserlere yasak koyduğunu biliyoruz. Bu nedenle, bu yasağa muhalefet edenlere karşı bazı müdaheleler yapılmıştır. Bu müdahaleler sırasında neyin Kur’an, neyin başka bir eser olduğunu bilmeyen jandarma, pois vb. memurların bazı aşırlıklarının ve hatalarının olması mümkündür. Bunu Kur’an yasaklandı diye takdim etmek gerçekten biraz insafsızlık olmuyor mu?

“Kur’an öğretiyorum” bahanesiyle pek çok Cumhuriyet karşıtı kişinin gizli örgütlenmelere giriştiği ve halkı devlete karşı isyana teşvik ettiği tarihsel bir gerçek olarak önümüzde duruyorken bu türden örgütlenmelere karşı rejimin gayet tabii bir biçimde önlem almasını makul karşılamamanıza şaşırdığımı özellikle belirtmek isterim.

Kaldı ki Cumhuriyet, yüce kitabımız Kur’an’ı merhum Elmalılı Hamdi Yazır’a, Türkçeye tercüme ettirmiş (meal), tefsirini yaptırmış, on binlerce adet bastırarak halka dağıtmış, ayrıca aynı şekilde hadis kitaplarını da tercüme ettirmek suretiyle halkımızın anlaması için çok sayıda bastırarak dağıtımını sağlamıştır.

Sizin, eleştirinize düçar olan uygulamaların, yapıldığını ileri sürdüğünüz o yıllarda Sultan Ahmet, Süleymaniye, Fatih vb. pek çok camide gürül gürül Kur’an okunmaya devam ediyordu.

Öte yandan Harf İnkılabı konusunda, eğer bunu yanlış buluyorsanız, Cumhuriyeti suçlamanız da isabetli değildir. Zira Harf İnkılabı, Osmanlı’nın da yapmak istediği bir şeydi. Sultan İkinci Abdülhamit’in dahi yazının ıslah edilmesini istediğini bilmekteyiz. Yazının ıslahı yönündeki görüşlerin kökünün Osmanlıda olduğu ortadayken bu konuda yalnızca Cumhuriyeti zemmetmek doğru bir şey midir?

Harf İnklabının yanlış olduğu düşünülebilir. Ama bu konuda Osmanlıyı es geçip yalnızca Cumhuriyete yüklenmek pek de tutarlı bir davranış gibi görünmüyor. Bu arada ifade edeyim ki, bence, Cumhuriyetin en isabetli devrimi Harf İnkılabıdır. Zira eski harflerin Türk diline uygun olmadığı gün gibi ortadadır.

Sayın Cumhurbaşkanım,

Bugün FETÖ adlı alçak örgütün sözde dini kullanarak yaptığı faaliyetlerden devletimizin neler çekmekte olduğu hepimizin malumu. Cumhuriyetin ilk yıllarında ve tek parti iktidarı dönemlerinde de bugünün FETÖ’sü gibi başka adlarda nice yapılar vardı. O dönemde devletimiz tıpkı bugün FETÖ’ye karşı mücadele gibi bir mücadelenin içindeydi.

Bugün dahi dini kötü emelleri için kullanan FETÖ ve benzeri yapılar, hayat alanı bulabiliyorken o dönemde durumun daha vahim ve daha ciddi boyutlarda olduğunu tahmin etmek zor olmasa gerek. Cumhuriyetin sözde dinci yapılara karşı mücadelesini sanki din karşıtı mücadele gibi göstermek kesinlikle doğru değildir. Nasıl ki bugün FETÖ’ye karşı mücadele FETÖCÜLERİN müfterice iddia ettiği gibi din karşıtı bir mücadele değilse o günkü mücadele de haşa din karşıtı bir mücadele olarak nitelenemez.

Sayın Cumhurbaşkanım,

Ben, İHL ve ilahiyat mezunu biri olarak, Cumhuriyet devrimlerinin tümünün yürekten destekçisiyim. Buna rağmen o devrimlere yönelik eleştirel yaklaşımları da saygıyla dinlemeye ve yararlanmaya gayret gösteriyorum. Ama bazen bu eleştirilerin gerçeklik sınırını aştığını da görmekteyim. Bunun da bir mümin olarak, şahsım nezdinde hayli yoğun bir üzüntüye sebep olduğunu belirtmeliyim.

Şahsınıza takdim etmeyi mühim bir vazife bilirim ki, ben, ta Oğuz Kağan, Mete Han, Bumin Kağan, Bilge Kağan, Sultan Alparslan’dan başlayıp Osmanlı’ya varan, oradan Cumhuriyete ve oradan da devr – i iktidarınıza ulaşan bütün bir Türk tarihine köklü ve keskin eleştirilerim olsa da derin bir bağlılıkla mensubiyet duyan Yörük Türkmen bir yurttaşınızım.

Bu cümleden olarak satırlarımı, tarihimizin en büyük kahramanı olan büyük Atatürk’ün 11 Haziran 1937’de Trabzon’da söylediği bir sözüyle sonlandırıyorum:

“Ben, gerektiği zaman, en büyük armağan olmak üzere Türk milletine canımı vereceğim.”

İlahiyatçı-Yazar Cemil Kılıç

https://twitter.com/m_cemilkilic