İSLAM’ın AHİRET İNANCI YOZLAŞTIRILMIŞTIR!

İSLAM’ın AHİRET İNANCI YOZLAŞTIRILMIŞTIR!

Ahiret inancı İslam’ın temel inançlarından biridir. Buna “mead inancı” da denilmektedir. Mead, geri dönüş anlamına gelmektedir. Ruhun bedene geri döneceği şeklindeki inançtan dolayı bu isim verilmiştir. Yeniden dirilişi, ruh – beden birleşmesi olarak gören görüşün bu adlandırmada etkili olduğu anlaşılıyor. Lakin yine de daha ziyade ahiret kavramının kullanılmakta olduğunu da belirtmeliyiz. Kıyamet, baas, haşr, hesap günü, cennet, cehennem, sırat köprüsü gibi pekçok alt unsuru barındıran ahiret inancını doğru anlamadan Muhammedî İslam’ı gerçek haliyle idrak etmek mümkün olmayacaktır.

Ahiret inancına, İslam eskatolojisi diyebiliriz. Zira eskatoloji sözü ile ahiret sözcükleri anlamdaştır. Ahiret Arapça, eskatoloji ise Yunancadır. Dinler tarihi disiplininde eskatoloji sözünün kullanılmakta olduğu malumdur. Arapça ahiret sözü; “son, sonraki, sonradan gelen, daha sonra olacak olan, öbür, öteki, diğer, başka” gibi anlamlara gelmektedir. Ahiretin terim olarak manası ise; ölümden sonra diriliş ve sonrasına dair inanışların toplamıdır. Aynı şekilde eskatoloji sözü de eski Yunanca “Eskhatos” sözcüğünden gelmektedir. Eskatoloji; yaşamın sonunda ne var, yaşam sonrası insanı ne bekliyor, yeniden dirilme mi, yeniden bedenlenme mi, gibi sorulara ilişkin yanıtların toplamıdır.

Ahiret sözcüğü Kur’an’da en çok geçen terimlerden biridir. Kur’an’da bu sözcüğün karşıtı olarak “ûla” ifadesi kullanılmaktadır. Bazen bu iki sözcüğün birlikte kullanıldığı yerler de vardır. “Ûla” sözcüğü, önceki, önce olan, daha önce gelen gibi manaları içermektedir.

Bu arada hemen ifade edelim ki biz, ahiret sözcüğünü de eskatoloji sözcüğünü de anlamlandırırken meseleyi yalnızca ölüm sonrasına hasretmiyoruz. Bu sözcüklerin anlam havzasında ölüm öncesine yani yaşama ilişkin de çok güçlü manalar olduğunu düşünüyoruz. Hatta bu sözcüklerin / kavramların gerçek anlamının dünyaya / yaşama dair olduğu fikrindeyiz. Bu husustaki ayrıntılı açıklamayı yazımızın sonunda sunacağız.

Peki ahiret ve eskatoloji sözcüklerinin Türkçede bir karşılığı var mıdır?

Bizim din uleması dinsel konulara ilişkin sözcükler noktasında ana dillerine haksızlık etmekten çoğunlukla geri durmamışlardır. Çoğu dinsel sözcüğün Türkçede karşılığının olmadığını ileri sürmüşlerdir. Gerçek şu ki, onlar bu konuda son derece donanımsızdırlar. Biz bu donanımsızlığa karşı gerçeği dile getirelim ve dinsel sözcüklerin tümünün Türkçede karşılığının bulunduğunu belirtelim. Bu cümleden olarak da ifade edelim ki, ahiret ve eskatoloji sözcüklerinin eski Türkçedeki karşılığı “Yanut Küni / Yanıt Günü” sözcüğüdür. Bin yılında yapılan ve müellifi belli olmayan ilk Türkçe Kur’an çevirisinde bu ifadenin, ahiret anlamında kullanıldığını biliyoruz. Ayrıca çocukluğumda köyümüzde ahiret sözcüğü yerine “öte dünya” ifadesinin kullanıldığını da anımsıyorum.

Ahirete ilişkin diğer sözcüklerin de Türkçe karşılıkları var. Yeri geldikçe onları da vereceğiz.

Ahiret inancı konusunda İbrahimî dinlerin diğer pek çok konuda olduğu gibi benzeştiğini görüyoruz.  Ancak diriliş, mahşer, hesap, cennet, cehennem gibi ortak terimlere sahip olan üç İbrahimî dinin içinde İslam’ın özgün bir yeri vardır. İslam, hemen her konuda olduğu gibi ahiret inancı konusunda da önceki iki dinde mevcut olan irrasyonel izahları rasyonalite çizgisine çekmektedir. Evet, İslam gerçekten bir rasyonalite dinidir. Din ve rasyonelite sözcüklerini bir arada kullanmak bazılarını tebessüm ettirebilir. Lakin bu tebessümün sebebi ne hazin ki, İslam’ın zamanla Musevi ve Hristiyan mitolojisinin etkisine maruz bırakılmasından ve böylece sahip olduğu rasyonelite özelliğinin bulanıklaştırılmasından kaynaklanmaktadır. O bulanıklığı dağıttığımızda yalın gerçeği çok net bir biçimde görmek herkes için mümkün olacaktır. 

Ahiret inancı hakkında söz söylemek ve bir şeyler yazmak için öncelikle ölüm hadisesini doğru tahlil etmek gerekiyor. Ölüme dair daha evvel yazdığımız bir başka yazıdan ilgili bazı bölümleri tekrar sunalım:

“Ölüm insanoğlunu sarsan en şiddetli hadisedir. Dinlerin ölüm sonrasına ilişkin anlattığı ve vaaat ettiği bir yığın şeye rağmen aslında ölüm, büyük bir bilinmezliği ve eşsiz bir korkuyu çağrıştırır.

Bütün din ve inançların en önemli ve en dikkat çekici unsuru eskatolojik anlatılarıdır. Bu anlatılar, her din ve inanışta hem büyük korkuları yansıtır hem de bazen bir kısım umutları barındırır. Ama gerçek şu ki ölüm sonrasına ilişkin umutların, eskatolojik korkuların yanında deyim yerindeyse esamesi bile okunmaz.

Bu nedenle, insanların önemli bir bölümü yaşlandıklarında eskatolojik korkuları nedeniyle ölüm sonrasına ilişkin hazırlıklar yapar. Kendilerini dua ve başkaca dinsel törenlere adarlar. Neredeyse yaşlıların son yılları tümüyle dua ve diğer dinsel ritüellerle geçer.

Ancak biliyoruz ki, tahsil ve zeka düzeyi yükseldikçe insanlardaki ölüm sonrasına ilişkin korkular azalıyor ve kesin inanmış / mümin kimselerde görülmeyen bir teslimiyet öne çıkıyor. Zira böylesi kişiler, istisnalar olmakla birlikte, doğumu da ölümü de biyolojik bir hadise olarak görüp metafizik bir izaha ve metafizik bir müdahalenin mevcudiyetine pek itibar etmiyorlar.

Bu cümleden olarak belirtelim ki, onlarca, yüzlerce metafizik anlatıya rağmen ölüm dediğimiz şey tümüyle biyolojik bir hadisedir. Ölüm; bir organizmanın ömrünü tüketmesi, organların işlevlerini yerine getiremez hale gelmesidir. Bir diğer ifadeyle ölüm; bir canlının yaşamak için gerekli besin ve oksijene ulaşamaması sonucu canlılığını yitirmesidir. Tıpkı bir makinenin eskiyip çalışamaz hale gelmesi gibi. Evet, bundan ötesi büyük ölçüde dinsel / efsanevi bir anlatıdan ibarettir.

Lakin şu da bir gerçek ki, insanların çoğu, yaşamı ve ölümü biyolojik bir hadise olma basitliği ile kabullenmekte zorlanmaktadır. Yaşama ve ölüme, gerçeklikten uzak bir biçimde metafizik bir mana yüklemek istemekte ve olağanüstülüklerle çevrili izahlara itibar etmekten kendini alıkoyamamaktadır. Böyle olunca da ölüme ilişkin dinsel tören ve inanışlar, saltanatlarını sürdürmeye devam etmektedir.”

Kabir Hayatı

Ölüm sonrasına dair önemli İslamî tartışmalardan biri kabir hayatının olup olmadığı meselesidir. Ölü kabre konulduktan sonra orada bir diriliş söz konusu mudur? Buna ilaveten kabir azabı denilen iddia gerçek midir? Bu konuda da efsanelerden sıyrılıp gerçeği ortaya koymak gerekiyor.

Bu arada yeri gelmişken hemen ifade edeyim ki, biz ölüm öncesindeki bedene aynı şekilde dönüş anlamında bir dirilişin ne kabirde ne de başka bir alemde mevcut olmadığına inananlardanız. Zira Allah, bu konuda Kur’an’da şöyle demektedir:

“Yerinize başka benzerlerinizi getireceğiz ve sizi bilemeyeceğiniz bir biçimde yeniden yaratacağız.” (Olay Bölümü 61. Söz  S/ Vakıa Suresi 61. Ayet )

Muhammedî İslam’a göre diriliş dediğimiz hadise ölüden geriye kalan bedenin toprakta bitki, böcek vb. başka canlılara dönüşmesi, ruhun da bir enerji olarak başka canlılara can olması şeklinde gerçekleşmektedir. Yukarıdaki ayette aslında bu yalın gerçek anlatılmaktadır. Evet, Allah bizi bilemeyeceğimiz bir biçimde ve başka benzerlerimizi oluşturacak şekilde yeniden yaratacak yani diriltecektir. Bu konuya başka vesilelerle yine değineceğiz. Ancak şimdi kabir hayatı ve kabir azabı meselesine dönelim.

Kur’an’da kabirde diriliş ve kabir azabı konusunda açık bir ifade yoktur. Ancak bazı Kur’an yorumcuları / müfessirler, kimi ayetleri ve özellikle de, İnanan Bölümü 46. Sözü / Mümin Suresi 46. Ayeti kabirde diriliş ve kabir azabının mevcudiyeti yönünde yorumlama gayreti içerisindediler. Lakin bu gayret, son derece zorlama bir gayrettir. Kabirde diriliş ve kabir azabı gibi çok önemli bir konuda Kur’an’ın böyle muğlak bir ifade kullanarak konuyu geçiştirmiş olduğunu düşünmek mümkün değildir. Gerçekten kabirde diriliş ve kabir azabı mevcut olsaydı, bu, apaçık bir biçimde ifade edilirdi. Tam tersine kabirde bir dirilişin yani ölü bedeninin canlanmasının söz konusu olmadığına ilişkin bir yığın ayet mevcuttur. Onlardan da birkaç örnek vermek yerinde olacaktır. (Bir de kabirde bedenin değil de sözde ruhun azaba çekileceğini iddia edenler de vardır. Ancak ruh dediğimiz şey bedenden ayrıldığında sadece bir enerjiden ibarettir. Bu nedenle  ruh aslında arazdır. Bedenden ayrı bir ruhsal hayat söz konusu değildir. Nitekim ilahiyatçı Erkan Yar’ın, Ruh Beden İlişkisi Açısından İnsanın Bütünlüğü Sorunu, s.88’de naklettiği üzere Eş’arî ve Bakıllanî gibi ilk dönem kelamcıları ruhun araz olduğunu belirtmişlerdir. Lakin daha sonraki kelamcılar, Cüveyni’den itibaren ruhun latif bir cisim olduğu, bedenden ayrıldıktan sonra tek başına yaşadığı, varlığını sürdürdüğü fikri yaygınlaşmıştır. Beden fani, ruh/nefs bakidir, denilmiştir.)

Lakin biz yine de öncelikle, kabir hayatının olduğu noktasında delil olarak ileri sürülen ayetlerden birkaçına bakalım.

Öncelikle egemen dinsel anlayışın kabir hayatı anlamında kullandığı “berzah” sözünün geçtiği ayetle öncesindeki ayete müracaat edelim.

“Sonuda onlarda birine ölüm geldiğinde şöyle der: ‘Rabbim beni geri gönder. Belki ben terkettiğim doğru işleri yaparım.’ Hayır. Bu, sadece onun söylediği boş bir sözden ibarettir. Zaten onların arkalarında yeniden diriltilecekleri güne kadar bir engel vardır.”

İnananlar Bölümü 99. ve 100. Sözdeki / Müminun Suresi 99. ve 100. Ayetteki bu ifadeler arasında bulunan engel sözünün Arapçası olan berzah sözcüğü üzerinden kabir hayatı kavramı üretilmiştir. Oysa bu ifadeden böyle bir şey üretmek normalde mümkün değildir. Lakin Muhammedî İslam’ı tahrif amaçlı çabalar işte bu noktaya kadar ulaşmıştır. (Kur’an’da “berzah” sözünün geçtiği diğer iki ayette de görüyoruz ki bu sözcük kesinlikle sadece engel anlamına gelmektedir. Ayırdedici Bölümü 53. Söze / Furkan Suresi 53. Ayete ve Bağışlayıcı Tanrı Bölümü 20. Söze / Rahman Suresi 20. Ayete bakıldığında “berzah” sözünün kesinlikle kabir hayatı anlamına gelmeyeceği daha net bir biçimde görülmüş olacaktır.)  

Ölen kişinin kabre konulduktan sonra canlanması ve orada yukarıdaki sözleri söylemesi iddiası üzerinden bir berzah alemi / kabir hayatı uydurulmuştur. Bu uydurmaya uygun tarzda bir yığın hadis de üretilmiştir. Oysa gerçek hiç de o uydurmacıların ileri sürdüğü gibi değildir.

Ayetlerde, ölen kişinin söylediği sözler genel bir pişmanlık duygusunun edebi ifade tarzından başka bir şey değildir. Kaldı ki ayetlerdeki ifadelerden, bu sözlerin, ölümden sonraki sözde kabirde diriliş anında söylenen sözler değil de, ölmek üzere olan ve bunu anlayan kişinin ölüm anında söylemek istediği yahut söylediği sözler olarak anlaşılması daha isabetlidir.

Şimdi bir de İnanan Bölümü 46. Söze / Mümin Suresi 46. Ayete bakalım.

Onlar sabah akşam ateşe sunulurlar. Dünyanın sonunun geleceği o büyük felaket gerçekleştiğinde; “Firavun ailesini en şiddetli azaba sokun!” denilir.

Bu ayetin gerçek anlamı, Firavun ve ailesinin sahip oldukları iktidarı kaybetme sürecinde yaşadığı büyük psikolojik sıkıntı ve bunalımları içermektedir. Ayetteki ifadelerden kabirde azab görecekleri manasını çıkarmak imkansızdır. Zira sabah akşam ifadesi kabir hayatı için söz konusu olamaz. Sabah ve akşan sözcükleri dünya yaşamına ilişkin zaman ifadeleridir. Oysa kabirde dünyevi bir zaman söz konusu değildir. Arapçada sabah akşam ifadeleri birlikte kullanıldığında kast olunan mana, “sürekli” sözcüğündeki manadır. Sabah denildiğinde gündüzün tümü, akşam denildiğinde ise gecenin tümü kastedilir. Böylece gece ve gündüz yani günün tümü anlatılmak istenir. Bu anlatım tarzı “zikr -i cüz, irade- i küll” yani “parçayı anıp bütünü kastetme” yöntemidir.

Bu konuda pek çok ayeti ele alıp teker teker yorumlamak mümkündür. Ancak boş yere yazının hacmini büyütmeye gerek yok. Tefsir geleneğinde kabir hayatının / azabının olduğuna dair de olmadığına dair de bir yığın söz edilmiş ve ciltler dolusu yazı yazılmıştır. Bu nedenle laf kalabalıklığı yapmanın bir anlamı yoktur. Üzücü olan şu ki, Kur’an’ın pek çok konuyu, ilk muhataplarının anlam dünyası çerçvesinde ele elıp simgesel ve mecazi anlatımlarla anlatmasını çuğu ulema ve müfessir hakiki anlatım tarzı sanmış, bu yanlış yaklaşım da dinin evrensel ve çağlar üstü anlam iklimine darbeler vurmuştur. Bir rasyonalite dini olan İslam, akıl ve bilim dışı bir yığın hurafeyle doldurulmuştur. Bu da hayatın kendisi olan dini, hayatın karşısına dikmiştir. Böylece din neredeyse tabii olanla yani doğal olanla mücadele ve onu engellemeye çalışma sistemi haline düşürülmüştür. İşte bu vaziyetin bir parçası olarak ahiret inancı, kabir hayatı, yeniden diriliş inancı da Muhammedî İslam’ın dışına taşınmıştır. O halde dinin tahrif edilmiş halinin bir parçasını oluşturan söz konusu yanlış yorumları yeniden ve etraflıca ele almanın bu yazı bağlamında ciddi bir faydası yoktur. Biz bu noktada yalnızca şunu belireterek iktifa edelim:

Kur’an’a Muhammedî İslam duruluğuyla baktığımızda görmekteyiz ki, ne yok oluş anlamında bir ölüm vardır ne de insanların birebir yeniden eski hallerine dönüş anlamında bir diriliş vardır. Kabirde diriliş meselesi de bu çerçevededir.

Şimdi ahiret inancı bağlamında Kur’an’da geçen diğer kavram ve terimlere Muhammedî İslam açısından bakıp inşa etkinliğimizi sürdürelim.

Önce kıyamet sözcüğünden başlayalım.

Kıyamet

Bu sözcük Kur’an’da 70 yerde geçmektedir. Kıyam sözcüğünden türemiştir.

Kıyamet, kıyam mastarından türeyen bir sözcük olarak; ayağa kalkmak, dikilmek, saygıyla beklemek gibi anlamlara gelmektedir. Kıyamet sözcüğünün Kur’an’da kullanımı konusunda çok ilginç bir durum sözkonusudur. O da, bu sözcüğün daima yevm yani gün sözcüğüyle birlikte kullanılmış olmasıdır. Böylece “Yevm’ül – Kıyame” / “Kıyamet Günü” ifadesi meydana gelmektedir.

Terim olarak kıyamet sözcüğünün ne anlama geldiği konusunda egemen İslamî literatürde hakim bir görüş vardır. Buna göre, kıyametle kastolunan, bütün dünyanın ve evrenin dağılıp yok olması ve daha sonra bütün bilinçli varlıkların yeniden diriltilip Allah’ın huzurunda kıyam etmesidir. (Kur’an’da, kıyametin birinci evresi yani “yok oluş” için çoğu kez “saat” sözcüğü kullanılmaktadır. Kıyamet ifadesi ise daha ziyade ikinci aşama yani “diriliş” için kullanılıyor. Kıyamete ilişkin Kur’an’da kullanılan başka ifadeler de var: Yevm’ul- ba’s, Yevm’ud- din, Yevm’ul- hisab, Yevm’ul-hulûd, Yevm’ul – hasre, Yevm’ul hurûç, Yevm’ut-tegabun, Yevm’ut-telâk vb. )

Ancak bu egemen görüşe karşın kıyamete dair başka görüşler de vardır. Bu farklı görüşler alemin / evrenin ezeliliği meselesi ve yeniden dirilişin / haşrin cismani değil ruhani olması iddiası etrafında cereyan etmektedir. Özellikle İslam filozoflarınca ileri sürülen bu farklı görüşler, Gazalî gibi isimlerce sahiplerinin tekfir edilmesine neden olan görüşler olarak tarihe mal olmuştur. Biz kendi inancımızı ortaya koyarken yeri geldikçe bu görüşlere de kısmen değinmeye çalışacağız.

Kıyametle bütün varlıkların yok olacağına ilişkin görüşün dayandırıldığı Kur’an ayeti Öyküler Bölümü 88. Söz / Kasas Suresi 88. Ayettir. Ayetin ilgili bölümünde şöyle denilmektedir:

“... Onun varlığından başka her şey yok olup gidecektir...” 

Bazı çevirilerde ayetteki “varlığından” ifadesi yerine, “vechinden, yüzünden, zatından” biçiminde ifadelerin kullanılmakta olduğunu da görmekteyiz. Özgün Arapça metinde “vech” sözcüğü yer alıyor. Vech Arapçada yüz anlamına geliyor. Bu bağlamda mana; “Allah’ın yüzünden başka her şey yok olacaktır!” Allah’ın yüzünden kasıt da  Allah’ın varlığıdır. Nitekim bu nedenle biz, “varlığından” ifadesini kullandık.

Bu ayetten, bütün evrenin yok olacağı sonucunu çıkarmak yanıltıcıdır. Zira kıyametin nasıl kopacağının anlatıldığı diğer ayetlerin hiçbirinde tam anlamıyla bir yok oluştan bahsedilmemektedir. Kaldı ki mutlak yokluk diye bir şey söz konusu değildir. Temel bir fizik kuralı olarak belirtelim ki, hiçbir şey yoktan var olmaz. Var olan hiçbir şey de yok olmaz. Bu cümleden olarak anlıyoruz ki alem / evren de aslında yoktan var olmuş değildir. O halde var olan evrenin mutlak bir yokluğa düşmesi de mümkün değildir. Evrenin / alemin zaman bakımından ezeli olduğunu belirten Farabî’nin bir takım ifade ustalıkları ve mantıksal çıkarımlarla evrenin Allah tarafından yaratıldığı ama zaman bakımından ezeli olduğu, zira zamanın mutlak olmadığı, evrenin varlığıyla / feleğin hareketiyle zamanın başladığı yönündeki görüşleri aslında az önce ifade ettiğimiz temel fizik kuralıyla koşut bir yaklaşımı işaret etmektedir. Ezeli olan bir şeyin ebedi olması da bu çerçevede düşünülmek durumundadır. Evren zaman bakımından ezeli ise yine zaman bakımından ebedidir de...

Evrenin zaman bakımından ezeli olduğunu söyleyip de onu bir başka yaratıcının yarattığını ifade etmek, ama o yaratıcının da mutlak anlamda ezeli ve yaratılmamış olduğunu ileri sürmek, evrene verilmek istenmeyen bir takım özelliklerin (Söz gelimi, varlığının kendinden olması ve mutlak ezeli olması) muhayyel bir varlığa yani Tanrı’ya atfedilmesidir. Bu da bize göre egemen dinsel paradigmanın insan aklı üzerindeki muhasarasını ifade etmektedir. Kimi İslam filozoflarının bu paradigmanın akıl dışı, varlık dışı, oluş dışı bir zorlama olduğunu gördüğü halde, zamanın izafiliği tezi üzerinden bir uzlaşıya yönelmek durumunda oldukları anlaşılıyor.    

Transandantal Allah inancının temel ifadelerinden olan mekandan ve zamandan münezzeh Tanrı anlayışı, hem varlığı hem de zamanı izafiyete mahkum kılan bir görüş ve inanış olup kendisinin, varlığı ve zamanı mutlak kabul eden görüş ve inanıştan daha değerli, daha doğru ve gerçek olduğunu ortaya koyacak hiçbir veri yoktur. Ortada sadece katı bir fideist tutum vardır.

Sözü fazla uzatmadan gerçeği yazalım; evren ezeli ve ebedidir. Zira Alah ezeli ve ebedidir. Evrenin varlığı Allah’ın varlığının ayrılmaz bir parçasıdır. Madde, enerji ve zaman yani varlık, Tanrı’nın duyumsanır, farkedilir ve bilinir halidir. O halde kıyameti, varlığın mutlak anlamda yok oluşu olarak düşünmek Tanrı’nın kendi kendisini imha edeceğini düşünmek gibidir. Bu bağlamda Öyküler Bölümü 88. Sözü / Kasas Suresi 88. Ayeti doğru anlamak durumundayız.

Ayette bize anlatılan aslında şudur:

Varlıklar alemindeki her şey sahip olduğu formu kaybedecek ama varlığın kendisi daima var olacaktır. Zira varlık başlangıçsız ve sonsuzdur. Yani ezeli ve ebedidir. Buna öz Türkçe olarak “bayrı” ve “bengü” diyebiliriz. 

Kıyametle ilgili ayetlerin hiçbirinde varlığın yok olacağından bahsedilmez. Yalnızca büyük, hızlı ve şiddetli bir form değişikliğinden söz edilir. Kıyametin kopuşu ile ilgili Kur’an ifadelerine bakalım:

Diriliş Günü Bölümü’nde / Kıyamet Suresi’nde kıyametin kopuş anında gözlerin kamaşacağından, Ay’ın kararacağından, Güneş ve Ay’ın bir araya getirileceğinden bahsedilir. Ama bunların yok olacağından bahsedilmez. (7,8,9. Ayetler)

Daha açık ifadelere başvuralım.

Bu konuda özellikle Dürülme Bölümü / Tekvir Suresi çok çarpıcı sözler içermektedir.

“Güneş katlanıp dürüldüğünde,

Yıldızlar döküldüğünde,

Dağlar yürütüldüğünde,

Gebe devler başı boş bırakıldığında,

Vahşi hayvanlar bir araya toplandığında,

Denizler tutuşturulduğunda,

...

Gökyüzü sıyrılıp alındığında,

Cehennem kızıştırıldığında,

Ve Cennet yaklaştırıldığında...”

Görüleceği üzere, burada, kıyamet anlatımında mutlak yok oluş söz konusu değildir. Büyük, hızlı ve şiddetli bir form değişikliği ve kaos söz konusudur. Kur’an’da benzer üslup ve içerikte başka pek çok ayet daha bulunuyor. Hepsi de bir yok oluştan / yok edişten değil kesin bir form değişikliğinden ve kaostan bahsetmektedir.

Kıyamet kavramı bilindiği üzere iki uçludur. Biri evrenin / varlığın büyük form değişikliği yani kaos iken diğeri de kaosun sona erip yeniden cosmos durumuna geçiştir. Buna diriliş denilmektedir. Her iki dönüşümün başlangıcı için simgesel bir ifade olarak “sur” denilen bir boruya İsrafil adlı melek tarafından üfleneceği belirtilmektedir. Melek kavramını başka bir yazımızda irdeleyeceğiz ama burada sur aslında dönüşümün başlangıç anının ifadesinden başka bir şey değildir. Kur’an’ın ilk muhatplarının anlam dünyası çerçevesinde böyle simgesel bir ifadenin kullanıldığı net bir biçimde anlaşılmaktadır.

Sur’a ikinci kez üflendiğinde kaostan cosmosa geçiş başlayacaktır. Bu aslında dirilişin bir diğer ifadesidir. Cansız varlıklar yeni bir düzene kavuşurken canlılar alemi de biyolojik esaslar doğrultusunda yeniden işlemeye başlayacaktır.

Yeniden diriliş konusunu ele alırken Yasin Bölümü 33. Söz / Yasin Suresi 33. Ayete müracaat etmiştik. O bölümü tekrar takdim edelim:

Ayette şöyle deniliyor:

“Ölü toprak onlar için etkili bir kanıttır. Biz onu dirilttik. Ondan ürünler çıkardık. Onlar, o ürünlerden beslenip duruyorlar.”

Bu ayette kullanılan “ölü toprak” ifadesinin mecazi olduğu malumdur. Buna izafi ölüm diyebiliriz. Mutlak ölümün olmadığını bu ayetten çok net biçimde anladığımız gibi dirilişle neyin kastedildiğini de anlıyoruz. Gerçekte toprak hiçbir zaman mutlak anlamda ölmez. Toprağın varlığı süreklidir ve ölüm bir yok oluş manasına gelmez. Toprağın ölmesinden maksat geçici bir süre ürün vermeyişidir. Fakat bir süre sonra yağmurla birlikte toprak canlanır ve ürün verir ki, bu da onun dirilişidir. İnsanın ölümü de böyledir. Bedenin toprağa karışması ve canın / ruhun da bir enerji halinde evrende varlığını sürdürmesidir. Toprağa karışan bedenin bitkilere gübre olup hayat vermesi, enerjinin de başka canlılara can olması aslında insanın bir nevi yeniden dirilişidir. Tıpkı ayette belirtildiği şekliyle toprağın diriltilmesi gibi...

Bu arada belirtelim ki İslam ulemasının ve özellikle de İslam filozoflarının en önemli tartışma konularından biri yeniden diriliş bahsidir. “Ba’su ba’de’l- mevt” yani ölümden sonra diriliş ve haşir (bedeni bir araya toplama) konusunda bir yığın münakaşa ve görüş vardır. Cismani diriliş mi, ruhani diriliş mi vb. tartışma alanları İslam eskatolojisinin en hararetli konularıdır.  Biz hem cismani manada hem de ruhani manada dirilişin imkanını savunanlardanız. Lakin şu noktada ayrılıyoruz:

Biz dirilişi ölüm öncesi bedene ve cana aynen yeniden kavuşma olarak görmüyoruz. Ölüm öncesi bedenin ve canın ölümden sonra başka biçimler alarak evrende varlığını sürdürmesi olarak görüyoruz.

İnsanlar için yeniden dirilişin eski bedene ve cana aynı şekilde dönüş olduğunu ileri sürenlerin, savlarına dayanak yapmakta oldukları ayetlerden ikisi şöyledir:

“İnsan, kemiklerini bir araya getiremeyeceğimizi mi sanıyor?

Evet, bizim onun parmak uçlarını bile düzenlemeye gücümüz yeter.”

Diriliş Günü Bölümü 3. Ve 4. Sözler / Kıyamet Suresi  3. Ve 4. Ayetlerdeki bu ifadeleri önceki bedene ve cana aynı şekilde dönüleceği biçiminde yorumlamak kesinlikle doğru değildir.

Zira bu ayetler eğer böyle anlaşılırsa, “Yerinize başka benzerlerinizi getireceğiz ve sizi bilemeyeceğiniz bir biçimde yeniden yaratacağız.” (Olay Bölümü 61. Söz  S/ Vakıa Suresi 61. Ayet )  biçimindeki ayetle çelişir. Oysa Kur’an’da çelişki yoktur.

O halde Diriliş Günü Bölümündeki ilgili ayetlerin gerçek anlamı nedir?

4. ayette geçen parmak uçları ifadesi ile neyin kastedildiğini ortaya koymak gerekiyor.

Bazıları bunu hemen parmak izi olarak anlamlandırma gayretine düşüyor. Oysa parmak izi anlamında bir ifade o vakitler  Arapçada yoktu. Kur’an, muhatabının anlam dünyasında olmayan bir ifadeyi kullanmaz. Parmak uçları ifadesinin özgün metindeki karşılığı “benan” sözcüğüdür. Arapçada “ben” parmak ucu demektir. Çoğulu “benan” ifadesidir. Bununla kastedilen parmağı büktüğümüzde oluşan eklem yerlerindeki çıkıntılardır. Dolayısıyla sözcüğün parmak iziyle bir ilgisi yoktur.

Yeniden dirilme konusunda esas alınması gereken anlam, Olay Bölümü 61. Sözdeki / Vakıa Suresi 61. Ayetteki manadır. Evet, çürüyüp erimiş insan kemiklerinden yeni canlı türleri belki de yeni insan iskeletleri var olacaktır. Öyle ki evvelce olduğu gibi parmak uçları bile yeniden oluşacaktır. Ama bu oluşum kişinin önceki beden ve önceki cana kavuşması değildir. Zira ayetteki ifade çok açıktır. Yerimize başka benzerlerimiz getirilecek ve bilmeyeceğimiz bir biçimde yeniden yaratılıp diriltileceğiz. Ama o kesinlikle bugünkü biz olmayacağız.

Kıyamet konusu işlenirken üzerinde durulması gereken önemli noktalardan biri de “Kıyamet Alametleri” denilen anlatılardır.

Prof. Dr. Erkan Yar’ın ifadesiyle kıyamet alametleri denilen şey aslında kıyametin oluş şartlarıdır. Yani söz konusu alametler kıyametin oluşumunu anlatan koşulların meydana gelmesidir. Bir diğer anlatımla alametler aslında kıyametin bir süreç halinde yaşanmasıdır.

Egemen ve genel İslamî düşüncede kıyamet, yukarıda izah etmeye çalıştığımız tariflerle birlikte bir nevi tarihin sonu gibi de tasavvur ediliyor. Kıyamete yakın zamanda dünyanın kötülüklerle dolu olacağı ve bu kötülükler nedeniyle tarihin sona ereceği fikri, kıyamet betimlemerinde yer alan en önemli unsurlar arasında bulunuyor. İşte bu noktada Kıyamet Alametleri denilen dehşet verici düzeyde kötü hadiselerin vuku bulacağına dair güçlü bir inanç mevcut.

Söz konusu alametlerin en büyüklerinden biri adına “deccal” denilen ve bütün dünyayı fitneye boğacak olan birinin ortaya çıkmasıdır. Deccal’e karşı savaşıp onu yenecek bir kurtarıcı inancı da mevcut. O kurtarıcıya da “Mehdi” deniliyor. Bazen deccal bir şahıs değil de bir sistem veya düşüncedir, biçiminde izahlara da rastlamak olası. Ancak Kur’an’da ne Deccal’den ne de Mehdi’den bahis vardır.

Her ikisi de daha ziyade, Hz. Peygamber’e dayandırılan pek çok uydurma hadisten neşet eden bir inanç unsuru olup Muhammedî İslam açısından kabulü mümkün değildir.

Bazıları zorlama yorumlarla bir kısım ayetleri Deccal’e işaret edildiği şeklinde anlamlandırmaya çalışsa da bu inancın Kur’anî bir temeli yoktur. Mehdilik için de durum aynıdır. (Bu arada Şiilik ve Alevilikteki Mehdilik inancını ayrıca ele almak gerekiyor. Şiiler Onikinci İmam Muhammed Mehdi’nin küçük yaşta sırrolduğuna ve halen yaşadığına, kıyamete yakın zamanda zuhur edeceğine ve dünyayı saran fitnelere son verip İslam’ı egemen kılacağına inanırlar. Aleviler ise Muhammed Mehdi’nin zuhurunu batınî bir yoruma tabi tutarak gerçek kurtarıcının insanın kendisinin ve özellikle de aklının olduğunu ifade ederler. Deyişlerde geçen “Mehdi mağarada sırroldu gitti” biçimindeki ifadede yer alan mağara sembolizminin aslında insan aklı olduğunu belirtirler. İnsanlığı büyük belalardan kurtaran herkesin aslında bir nevi Mehdi olduğunu düşünürler. Bu bağlamda Alevilikte Mehdi inancının makul bir yoruma kavuşturulmuş olduğunu belirtmekte yarar görüyorum.)

Deccal ve Mehdi inancının Hristiyan ve Musevi inancında da kökleri vardır. Deccal’e Hristiyan eskatolojisinde “Antichrist”, Musevi eskatolojisinde ise “Armilus” denilmektedir. Mesih inancı da Mehdi inancına denk düşmektedir. 

Kur’anî bir temeli olmadığından Deccal ve Mehdilik hakkındaki bir yığın anlatıya değinmeye gerek görmüyorum. Zira bu, yazımızın hacmini boş yere büyütmekten başka bir sonuç doğurmayacaktır.

Yeri gelmişken kısaca belirtelim ki, Hz. İsa’nın yeryüzüne ineceği şeklindeki sözde İslamî inancın da Kur’an’da herhangi bir temeli yoktur. Hz. İsa’nın ölmediği ve kıyamete yakın zamanda Mehdi’ye yardım etmek üzere yeryüzüne ineceği şeklindeki inanç, Kur’an’dan onay alır bir inanç değildir. Bu konu da başka bir yazının konusu olduğundan burada bu kadarlık bir değinmeyle iktifa edelim.

Kıyamet Alametleri konusunda Kur’an’da yer alan unsurlara değinmek elbette ki çok gereklidir. Lakin peşin olarak belirtelim ki, onlar da egemen dincilerin ileri sürdüğü gibi bir içerikte düşünülmemelidir.

Bunlardan biri “Dabbet’ül – Arz” meselesidir. Bu deyim, Karınca Bölümü 82. Sözde / Neml Suresi 82. Ayette geçmektedir. Ayette, yerden bir dabbe çıkacağı ve insanlara, Allah’ın ayetlerine inanmadıklarını haber vereceği ifade edilmektedir.

Dabbe ile neyin kastedildiğine ilişkin, İslam bilginlerince bir yığın iddia ortaya atılmıştır. Arz, yer anlamına gelmektedir. Dabbe ise “debelenen canlı” şeklinde anlamlandırılmaktadır. Peki gerçekte kastedilen nedir?

Gerçekte kastedilen; yeni bir canlı türünün çıkmasıdır. Bu canlı türü insanların doğaya verdikleri zarar ve biyolojik yasalara müdahaleleri sonucu ortaya çıkan, şaşkınlık verici bir canlı olacaktır. Böylece insanlar doğayı tahribe yönelik işlerinin sonucunu çok acı ve ibretlik bir biçimde yaşayacaklardır. Ayette belirtilen; “ insanlara Allah’ın ayetlerine gereğince inanmadıklarını söyleyecektir.” İfadesi de aslında, “insanlara, yaptıkları müdahalenin sonucunu gösterecektir,” manasına gelmektedir.

Bilmekteyiz ki, geçmişte dünyada pek çok canlı türünün nesli tükenmiştir. Tarih içinde yeni canlı türleri de çıkmıştır. İşte bunun gibi gelecekte de yeni ve değişik canlı türleri çıkacaktır. Bunlardan biri yahut bir kısmı insanın tabitata müdahalesi sonucu ortaya çıkan şaşkınlık ve korku verici olabilecektir.

Genetik ilminde yaşanan gelişmeler insanların ileride pişman olacakları bir kısım sonuçlarla karşılacaklarının habercisi gibidir. Bu bağlamda Kur’an’da geçen dabbe kelimesi de görüldüğü üzere ilginç bir bilgi sunmakta ve genetik ilmi konusunda yaşanacaklara dair haber vermektedir. Dabbe’nin topraktan çıkması tabiri de önemlidir. Evet, bütün canlılar topraktan çıkar. Yani topraktan elde edilen besinlerle var olur ve yaşarlar. Dabbe’nin topraktan çıkmasıyla kastedilen doğrudan doğruya böyle bir şeydir. Zira canlı olmanın toprakla ilişkisi apaçık ortadadır.

Kur’an’da bir de “Yecüc Mecüc” meselesi vardır. Evvelki kutsal kitaplarda “Gog Magog” olarak bahsedilen Yecüc ve Mecüc, İbrahimî dinlerin önemli anlatılarından biridir.

Mağara Bölümü / Kehf Suresinde anlatılan Zülkarneyn Kıssasında Yecüc ve Mecüc’ün geçmişte dünyayı fesada boğan bir topluluk olması düşüncesi üzerinden ortaya konan görüş, insanlık tarihinin geçmiş evrelerinde yaşanan toplumsal sorunlar / sosyal çözülmeler / ictimaî bunalımlardır. Yani spesifik olarak belli bir toplum kastediliyor değildir. Yecüc Mecüc’ün sed arasına alınması da aslında yaşanan toplumsal sorunların kontrol altına alınmış olması anlamını işaret etmektedir.

Ayrıca yine Elçiler Bölümü 96. Söz / Enbiya Suresi 96. Ayette de gelecekte yaşanacak benzer büyük bunalımlara işaret edilmektedir. Yecüc ve Mecüc’ün önlerindeki seddin açılmasından maksat büyük toplumsal bunalımların patlak vermesidir.

Kıyamet Alametleri bahsinde anlatılan diğer alametler de, söz gelimi, büyük bir dumanın çıkması gibi, gerçekte büyük doğa olaylarının ve beraberinde şiddetli toplumsal hadiselerin vuku bulacağına ilişkin haber ve öngörülerdir. Dolayısıyla bu alamet anlatıları, tıpkı kıyametin kopuş anlatıları gibi kesinlikle mutlak bir yok oluştan bahsetmez. Evvelce de ifade ettiğimiz üzere kıyametle kastedilen şey, dünyada ve evrende büyük, ani, şiddetli ve sarsıcı bir değişimin olması, daha da ileri bir söyleyişle büyük bir bozuluşun vuku bulmasıdır.

O halde bir kez daha yineleyelim ki varlık yok olmayacaktır. Zira varlık ezeli ve ebedidir. Olacak olan şey, sarsıcı bir form değişikliğinden başka bir şey değildir.

Şimdi bir de İslam eskatolojisinin / ahiret inancının temel kavramlarından olan cennet ve cehennem meselesi üzerinde duralım. 

Cennet ve Cehennem

İslam eskatolojisinde egemen dinsel anlayışa göre, müslümanlar dirilişten sonra mahşer yerinde yani bir araya gelme, toplanma yerinde Allah tarafından yargılandıktan sonra günahları olanlar onların cezasını çekmeleri için önce cehenneme gidecekler sonra imanlarının ve sevaplarının karşılığını almak üzere de cennete gideceklerdir. Lakin bu genel görüşe rağmen bazı konular net değildir. Söz gelimi, bazı günahkarlara şefaat edileceği, bazılarının da Allah tarafından affedileceği gibi tartışmalı hususlar vardır. Bir kısım din bilgini ise dinde şefaate yer olmadığını ileri sürmüştür. Hatta bu konuda mezhepler arası keskin bir ihtilaf da vardır. Şefaatin bir nevi bir af değil de müminlerin derecelerinin yükseltilmesi anlamına geldiğini ileri sürenler de vardır. Bu konuda Eş’arî, Maturudî, Mutezile ve diğer mezhep imamlarının bir yığın farklı görüşe sahip olduklarını biliyoruz. Her iddia sahibi iddiasını kanıtlamak için Kur’an’a başvurmaktadır. Lakin her biri aynı Kur’an’a bakıp birbirine zıt görüşleri savunabilmektedir. Nitekim biz de görüşlerimizi Kur’an’la temellendiriyoruz.

Bizim bu gibi konularda, dahası bütünsel anlamda din konusunda son derece farklı düşündüğümüzü anımsatarak şefaat, mahşer vb. anlatımların bambaşka manalara sahip olduğunu belirtmek isterim.

Bu bambaşka manaların mahiyetini cennet ve cehennem meselesini analiz ederken okurların kendiliğinden kaşfedeceğini biliyorum. Bu sebeple bu anlatımlar noktasında özel olarak ayrıntılı bir açıklama yapmaya şimdilik gerek olmadığını düşünüyorum. 

Böylesi bir girişten sonra önce cennet kavramı üzerinde durarak meseleyi izaha başlayalım.

Cennet sözcüğü dilimize Arapçadan girmiştir. Türkçede cennetin karşılığı olarak “uçmak” sözcüğü vardır. Kimileri uçmak sözcüğünün Türkçe değil de Soğdça olduğunu ileri sürmektedirler. Biz sözcüğün Türkçe olduğunu düşünüyoruz.

Cennet sözünün Arapçadaki sözlük anlamı doğrudan doğruya “bahçe” demektir. Dahası, Arapça “cenn” kökünden gelen bir isim olan cennet, “bitki ve ağaçları ile toprağı örten bahçe” anlamını taşımaktadır. “Cenn” ve “cennet” sözünün İbranice ile de ilgisi vardır. Zira Arapçadaki pek çok dinsel sözcüğün kökeni İbraniceye dayanmaktadır. İbranicede Cennet anlamına gelmek üzere “Gann Eden” sözü vardır. Bu ifade Kur’an’da geçen “Cennat’ü Adn” sözünü çağrıştırmaktadır.

Farsça “behişt” sözcüğü de cennet anlamında kullanılmaktadır.

Cennetin ne olduğu noktasında İslam eskatolojisinde öne çıkan iki görüş şu şekildedir:

  1. Ölümden ve dirilişten / mahşerden sonra müminlerin ödüllendirilmek üzere gidecekleri yer.
  2. Adem ile Havva’nın işledikleri bir “suç” nedeniyle kovuldukları bahçe.

Cennet sözünün dilimizde bir de mecazi olarak, çok güzel yer, mutluluk ve huzur verici mekan anlamında kullanıldığı da malumdur.

Bu noktada özellile belirtelim ki, mahşer sonrası gidileceğine inanılan cennetin henüz yaratılmadığı yönünde görüşler de vardır. Bu cennetin, ontolojik manada bir mekan olup olmadığı meselesi de çeşitli fikirilerin ileri sürüldüğü bir tartışma alanıdır.

Öte yandan Adem ile Havva’nın kovulduğu / çıkarıldığı cennetin dünyada geniş bir bahçe olduğu yönündeki görüş çok güçlüdür. ( Yaşar Nuri Öztürk, Kur’an’ın Temel Kavramları, s. 22. İstanbul 1991)

Kur’an’da cennet tarifleri konusunda öne çıkan birkaç noktaya değinmek kavramın anlaşılması konusunda yeterli olacaktır.

Buna göre; cennet, sonsuz mutluluk ve huzur yeridir. Yüzeyinden ırmaklar akan bir yerdir. Yemyeşildir. Dünyadaki bütün meyvelerin ve diğer yiyeceklerin en iyisi oradadır. Hatta cennette şarap ve bal ırmakları bile vardır. Cennet, dünyadaki pek çok hazzın da sınırsız boyutta yaşandığı bir yerdir. Öyle ki bu hazlar arasında şehevi / cinsel haz da vardır. Cennete gidecek kadın ve erkeklerin cinsel güçleri sınırsızdır. Cennette şehevi arzular için genç kızlar ve genç erkekler vardır. Huriler ve gılman (gulamlar) müminlerin cinsel hazları için cennette hazırdırlar. Huriler erkek mümin, gulamlar ise kadın müminler içindir. (Gulamların işlevi konusunda bir anlaşmazlık da söz konusudur. Kimileri gulamların erkek müminlere şarap ikram edecek hizmetçiler / uşaklar olduğunu ileri sürmektedirler. Dolayısıyla kadın müminler için cinsel hizmetçi konusunda bir belirsilizk var gibi görünmektedir. Kadınların dünyadaki eşleriyle birlikte olacaklarını ileri sürenler de vardır.)

Eegemen İslam eskatolojisinin en tartışmalı kavramlarından biri, cennet ve huri ikilisidir. Bu noktada Haber Bölümü’nde / Nebe Suresi’nde yer alan bir ayette / sözde (33. Ayet/ 33. Söz)  huri tarifi konusunda kullanılan bir ifade, kimilerince çok şaşırtıcı görülmektedir: Göğüsleri yeni tomurcuklanmış yaşıt kızlar...

Bazıları ayette geçen ifadeden böyle bir anlamın çıkmayacağını ileri sürmektedirler. İfadeden anlaşılması gerekenin yalnızca yaşıt kız olduğu görüşünü hayli taraftara sahiptir. Biz de bu görüşte olmakla birlikte bizim cennet kavramına ilişkin bakışımızdaki bütünsellik düşünüldüğünde bu farklı görüşlerin pek de anlamlı olmadığını ifade etmek durumundayız. Zira biz cennet kavramından anlaşılması gerekenin son derece farklı olduğunu düşünüyoruz. 

Cennete ilişkin bütün bu betimlemeleri, doğru anlamak için muhataplarının ve onların yaşadıkları coğrafyanın özelliklerini iyi bilmek gerekir. Bu ifadelerin ilk muhatapları 7. Yüzyıl Mekke ve çevresindeki Arap toplumudur. O zaman hem Mekke ve çevresini hem de o dönemdeki muhataplar olan müşrik Arapları tanımak için biraz gayret gösterelim.

Coğrafya büyük ölçüde çöllerle kaplı. Göl, pınar vb. su kaynakları yok denecek kadar az. Irmak hiç yok. Yağmur bile nadiren yağıyor. İnsanlar neredeyse yeşilliğe hasret. İklim çok sıcak. Kavurucu sıcaklar yaşamı olumsuz anlamda aşırı derecede etkiliyor. İşte böyle bir coğrafyanın mensuplarına cennet kavramı içerisinde ırmaklar ve yeşillikler vaat ediliyor. Bunun o insanlar için ne derece anlamlı olduğu gün gibi ortada. Böylesi bir cennet vaadinin söz gelimi, bol yağış alan Güney Asya için fazla cazip olduğu sanırım söylenemez.

Öte yandan Mekke ve çevresindeki halk arasında, cinsellik ve cinsel haz peşinde koşma önemli bir sosyal olay. Fuhuş ve zina çok yaygın. Çok eşlilikte neredeyse sınır yok. İnsanların önemli bir kısmı maddi olanakları ölçüsünde çok sayıda kadınla evlenmekte ya da onlarca cariye satın alıp şehvetleri için mücadele etmeyi hayatlarının merkezine yerleştirmiş durumdalar. Yüzlerce cariyesi ve onlarca eşi olan varsıl Arap tüccarlar mevcut. İşte böylesi bir yaşamın faili olan bu insanlara cennette çok sayıda huri ve tükenmez bir cinsel güç vaat edilmesi, görüleceği üzere belli bir sosyal gerçekliğe dayanıyor.

 O halde tüm bu izahlar bize gösteriyor ki, Kur’an’daki cennet anlatımı muhataplarının idrak gücünü esas alan anlatımlardır. Tümü simgeseldir. Bu anlatımlardan ortaya çıkan gerçek ise şudur:

Cennet, mutlu ve huzurlu olunan yerdir.

Peki cennet gerçekten bir yer midir? Yani cennet bir mekan / mahal midir?

Devrimci Muhammedî İslam savımız düzleminde, insan aklının ve insanî ahlakın evrimini esas alarak belirtelim ki, cennet anlatımları gibi cennetin bir yer / mekan / mahal olarak ifade edilmesi de o günün ve o coğrafyanın algı düzeyi bağlamında değerlendirilmesi gereken bir açıklamadır.

Oysa gerçeğin bambaşka olduğunu, Kur’an’ı bugünün aklıyla okuduğumuzda çok net bir biçimde görebiliyoruz. Nedir peki cennet gerçeği?

Aslında cennet hem bir yerdir, hem de bir yer değildir.

Şöyle ki:

Cennet, bu dünyanın ve bu hayatın dışında bir mekan / mahal değildir. Buradaki yerden / mekandan / mahalden kastımız ontolojik mana itibarıyladır.

Bu dünyanın yahut evrenin dışında bir yer tahayyül etmek ve bunu sözde bir yok oluş olan kıyametten sonraki yeniden var oluşta oluşacak bir mekan olarak düşünmek, Muhammedî İslam’ın çağdaş yorumu bağlamında imkan dahilinde olmayan bir sanı / zan olarak ifade etmek zorundayız. Zira insan aklının evrimi bunu gerektiriyor.

O halde gerçeği tüm yalınlığıyla ilan edelim:

Cennet bir mahal değil bir haldir.

Cennetin bir mahal değil de hal olduğunu anlatması bakımından büyük ozan Yunus Emre’nin şu sözleri gerçekten çok anlamlıdır:

Cennet cennet dedikleri,

Üç beş huri, üç beş köşk,

İsteyene ver onları,

Bana seni gerek seni...

Cennet tariflerindeki köşk, huri vb. unsurlardaki simgeselliği anlayamayanlara tepkisini bu şekilde gösteren Yunus Emre, gerçek cennetin Tanrı ile buluşmak olduğunu belirtmektedir. Tanrı ile buluşmak bir insanı mutluluğun zirvesine taşıyacak en büyük kavuşma durumudur. Tanrı’yı evrenin ve yaşamın kendisi olarak düşündüğümüzde Yunus Emre’nin incelikli sözlerini daha da derinlikli olarak kavramak mümkün olacaktır.

Evet, cennet bir mahal değil bir haldir. O halin yaşandığı / yaşanacağı yer de bu dünyadadır.

Nitekim; İmran Ailesi Bölümü 133. Sözde / Al –i İmran Suresi 133. Ayette apaçık bir biçimde cennetin bu dünya ile ilişkilendirildiğini görmekteyiz. Ayette cennetin genişliğinin göklerle yeryüzü kadar olduğundan bahsedilmektedir. Bu ifade gerçek cennetin bu dünyada ve yeryüzünde aranması, düşünülmesi gerektiğini ortaya koymaya, aklı olanlar için yeterlidir. 

Şimdi de cehennem hakkında bir kaç kelam yazalım.

Bu konuda belki de sözü uzatmaya gerek yok. Cennet için yazdıklarımızın tersini düşünmek cehennemi anlamak için yeterlidir. Cehennem sözcüğü tıpkı cennet gibi İbranice kökenlidir. Cehennemin İbranice’deki aslı, “Ge-Hinnom” şeklindedir. Hinnom Vadisi, Hinnom Deresi anlamına gelen bu sözcükle, Yahudi mitolojisinde Molek adlı kötülük ilahına çocukların yakılarak kurban edildikleri yer anlatılmaktadır. Cehennem sözcüğünün semantiğinde yer alan karanlık, kuytu, derin kuyu gibi anlamları, çocukların yakılarak kurban edilmesi anlatısıyla birlikte düşündüğümüzde İslam eskatolojisindeki cehennem tariflerinin tarihsel ve semantik köklerini daha iyi anlamış oluruz.

Cehennemi de tıpkı cennet gibi ontolojik anlamda bir mekan olarak düşünenlerin mevcudiyeti bir hayli fazladır. Hatta bunlar cehennemin üzerinde sırat köpürüsü adlı dar bir köprünün de olduğunu ileri sürerler. O köprüden geçemeyenerin cehenneme düşeceğine, geçenlerin ise cennete varacağına inanırlar. Oysa ne mekansal anlamda cehennem vardır ne de onun üzerinde bir körpü...

Cehennem, en düz anlatımla bir azap yeridir. Bunalım, işkence, yanma, yakılma yeri olarak açıklanan cehennem de aslında cennet gibi gerçek anlamda bir yer / mahal / mekan değildir. Bu hususta çok görkemli bir açıklama olması açısından, büyük İslam düşünürü Yaşar Nuri Öztürk’ün, “Kur’an’daki İslam” adlı yapıtının 498. ve 499. sayfalarındaki şu tümceleri birlikte okuyalım:

“...ayette cennet, ‘geniliği göklerle yer kadar’ diye tanıtılmaktadır. Bunun tek ve tartışmasız anlamı cennetin sınırsızlığıdır. Sınırsızlık ise cenneti bir mekan olarak almamızı engeller. Buna dayanarak, Muhammed İkbal’in şu sözünü, Kur’an düşüncesi adına altını çizerek verebiliriz: ‘Cennet ve cehennem mekanlar değil hallerdir.’ Bu demektir ki, herkesin cennet ve cehennemi, mekan olarak düşünüldüğünde içinde bulunduğu yerde kurulur. Yani mekan olarak cennet veya cehennem kainatın herhangi bir yerinde  hazırlanıp sınırları çizilmiş, adresi belli bir yer değildir. Ancak her insan, cennetini veya cehennemini, yaşamaya başladığı anda kendisi için bir mekan vücut bulur.

Kısacası, ontolojik anlamda cennet diye bir mekan belirlemeye onay vermeyen Kur’an, her bireyin, akıbetiyle yüzyüze geldiği anda kaşılaşacağı manzara bakımından cennet veya cehennemin mekanlığına onay vermektedir.

O halde cennet veya cehennemle ilgili tasvirleri, kapı, koltuk, bahçe, nehir vs. gibi mekan ifade eden beyanları, cennet konusunun az önce değindiğimiz temel ayetini göz önünde bulundurarak değerlendirmek gerekir. 

Ne cennet kainatın herhangi bir yerinde nimetlerle donatılmış turistik bir tesistir ne de cehennem kainatın herhangi bir yerinde akıl almaz işkence aletleriyle donatılmış bir azaphane... Cennet ve cehennem, her insanın bulunduğu yerde ve her an hazırlanabilen nimet veya ceza imkanıdır.”

Cennet ve cehennemin ontolojik anlamda bir mekan olarak düşünülmesine karşı çıkan ve her ikisini de mahal değil hal olarak tarif eden pek çok İslam düşünürü vardır. Bunlardan birinin de Şeyh Bedrettin olduğunu zikretmeliyiz. Şeyh Bedrettin’i özellikle zikretmemizin nedeni Muhammedî İslam’ı en iyi anlayanlardan biri olmasından ötürüdür. Şeyh Bedrettin, İslam ekatolojisine dair pekçok kavramı dünyevi düzlemde anlamlandırmaya gayret etmiş büyük bir düşünürdür. Bu hususta onun “Varidat” adlı görkemli yapıtına başvurulmasını özellikle salık veririm.

Konumuzun sonna doğru ilerlerken Alevilik ve bazı başka sufî akımlarda görülen alternatif eskatolojik izahları egemen dinsel anlayışa karşı bir direniş mücadelesi olarak değerlendirdiğimi belirtmeliyim. Özellikle don değiştirme ve tenasüh inancının, çarpıtılmış egemen sözde İslamî düşünce ve inanışa karşı cesurca bir başkaldırı olduğu muhakkaktır. Don değiştirme, ölen kişinin ruhunun başka bir donda surette tekrar dünyaya gelmesi demektir. Bu don / suret, bir kuş da olabilir insan da olabilir. Bu inanış, yeniden dirilişi uhrevilikten dünyeviliğe taşıması bağlamında bizim eskatolojik inancımıza yakın unsurlar barındırmaktadır. Tenasüh inancı da zaten insanın başka bir bedende yeniden dünyaya gelmesi inancıdır. Bu arada devriye inancını da benzer unsurlar barındırması açısından burada zikretmekte yarar görüyorum. Tıpkı don değiştirme gibi, devriye ve tenasüh inancını da alternatif eskatolojik izahlar olmaları ve dünyevi içerikleri bağlamında bizim görüşümüze yakın inanışlar olarak değerlendirmekteyiz. Ama yine de bizim Muhammedî İslam’dan anladığımız eskatolojik inanış ve düşünce daha özgün bir temele dayanmaktadır.    

Şimdi gelelim sözün özü bağlamında ve bütünsel anlamda ahiret kavramının gerçeğine...

Ahiret sözcüğünün anlamını ölüm sonrasına hasretme anlayışı, Müslümanları bu dünyadan koparan en önemli sorunlardan biridir. Bu sorunlu dinsel düşüncenin düzeltilmesi elzemdir. Zira bu yanlış düşünce ve inanış, dünyevi başarılar konusunda Müslüman toplumları diğer toplumlardan geriye atıyor. Yoksulluğun ve her çeşit yetersizliğin temelinde başat olarak bu inanış yatıyor. 

Çalışmamızın başlangıç kısmında da değindiğimiz üzere ahiret sözcüğü; en yalın ifadeyle “sonraki” anlamına gelmektedir. Burada, sonraki ifadesinden kastın yalnızca ölümden sonraki yaşam olmadığı artık daha bir netlikle ve cesaretle ortaya konulmalıdır. Bu konuda daha evvel cesaretle fikir beyan edenlerin olduğunu elbetteki biliyoruz. Bizim yapmak istediğimiz o görüşlerin güncellenmesidir.

Öncelikle yanlış bir yorumla, ahireti yalnızca ölüm sonrasına hasretme ve dünya yaşamının değersizliği sonucunun çıkarıldığı iki ayete bakalım.

Hayvanlar Bölümü 32. Sözde / Enam Suresi 32. Ayette şöyle deniliyor:

“Dünya yaşamı bir oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir. Kötülüklerden sakınanlar için ahiret yurdu elbetteki daha iyidir. O halde hala aklınızı kullanmayacak mısınız?”

Örümcek Bölümü 64. Sözde / Ankebaut Suresi 64. Ayette ise şöyle deniliyor:

“Bu dünya yaşamı bir eğlence ve bir oyundan başka bir şey değildir. Ahiret yurduna gelince, işte gerçek yaşam odur. Keşke bilselerdi.”

Bu iki ayeti ve başkaca bazı ayetlerdeki kimi ifadeleri esas alarak dünya yaşamı dışında ölüm sonrası bir hayatı öne çıkaran ve bu dünyadaki yaşamın değersizliğini ileri sürenler, ayetlerin muhatabı olan toplumu ve o dönemdeki yaşamı gereğince tanımamaktadırlar. Ayetlerin peygambere vahyediliş / peygamberin zihninde açığa çıkış nedenlerini kavrama konusunda da yetkinlik açısından büyük bir sorunları olduğunu belirtmek durumundayız. Bu konuda yapabileceğimiz en makul yorumumuz da özelde bu ayetlere, genel olarak ise Kur’an’a bakıştaki yöntemsel farklılığın büyük bir yanılgı doğurduğudur. Prof. Dr. Hasan Hanefî’nin söylemiyle bu ayetlere ve Kur’anın tümüne sol bir bakışla baktığımızda aslında anlatılmak istenenin, dünya yaşamının değersizliği değil tam tersine çok değerli olduğu inancı ve düşüncesi olduğunu netlikle görebiliriz.

Bu ayetlerin muhatabı olan toplum müşrik Arap toplumudur. Müşrik Arap toplumundaki toplumsal yaşamın özellikleri de herkesçe malumdur. Bu ayetlerde, oyun ve eğlencenin öne çıktığı, sınıfsal ayrımların egemen olduğu, büyük ahlakî bunalımların yaşandığı şirk toplumuna, ama özellikle de o toplumun önder ve egemen takımına, sahip oldukları güçle elde ettikleri sahte görkemin geçici ve yanıltıcı olduğu anlatılmak isteniyor. Gerçek yaşamın ahiret yaşamı olduğu belirtilirken de kastedilen; şirkin yıkılışından sonra kurulacak olan tevhid hayatının hakikiliğidir.

Şirkin egemen olduğu bir toplumda tevhid mücadelesi vermek, o toplumu ahiret hayatına çağırmaktır. Yani tevhid hayatının kuruluşuna davet etmektir.

Muhammedî İslam açısından yalın gerçeği ilan edelim ki, aslında ahiret, insanlığın bu dünyadaki geleceğidir. Daha basit bir anlatımla söyleyecek olursak, insanlığın yarını bugününün ahiretidir.

Ahiret yurdu söylemi de gelecekteki tevhid hayatının yani eşitlikçi kardeşlik ve adalet düzeninin yaşandığı ideal / ülküsel yaşamı ifade etmektedir.

Söz gelimi, Müşrik Mekke’nin ahireti Muvahhid Mekke’dir. Kabe’de putlar varken Mekke, sadece Mekke idi. Hz. Muhammed, Mekke’yi fethedip o putları kırdığında artık Mekke’nin ahireti başlamıştı. Zira Mekke-i Mükerreme dönemi müşrik Mekke’nin ahiretidir. Tıpkı hicretten önce Yesrib olan o kentin ahiretinin Medine-i Münevvere olması gibi...

Bir toplum şirk düzenini yıkıp tevhid düzenine geçtiyse ahiretini inşa etmiş demektir. Böylesi bir ahiret, cennet kavramının somutlaşmış bir biçimde bu dünyada yaşanmasıdır. Eğer bir toplum şirk düzenine mahkum ise ve ona karşı mücadele etmiyorsa, o toplum için de ahiretin, aslında cehennem kavramının somutlaşmış hali olarak bu dünyada yaşanması demektir.

Şirk düzeni, eşitsizlik ve adaletsizlik düzenidir. Yani zulüm düzenidir. Tevhid düzeni ise Allah’ın birliği inancı üzerinden insanların eşitlendiği, birlendiği kardeşlik ve adalet düzenidir.

Toplum için dediklerimiz birey için de geçerlidir. Her bireyin yarını, bugününün ahiretidir. Bugün iyi şeyler yapan yarınki ahiretini cennete çevirir. Zira o iyilikler, ona iyilik ve güzellik olarak dönecektir. Lakin bugün kötü şeyler yapan da yarınki ahiretini cehenneme çevirmiş olacaktır. Çünkü yaptığı kötülükler ona ceza ve sıkıntı olarak dönecektir. Cezayı ve ödülü ölüm sonrası muhayyel bir ahiret yaşamına ertelemek, ne hazin ki, gerçekte Muhammedî İslam’ın anlatmak istediğini hiç anlamamış olmak demektir.

Bu noktada “Deprem Bölümü / Zilzal Suresi” ayetlerine bakmak son derece yerinde olacaktır. Deprem Bölümünde kıyamet, büyük ve sarsıcı bir dönüşüm ve değişim olarak açıklanmaktadır. Şiddetli bir deprem olacak, yeryüzü içindekileri dışarı çıkaracak, denilmektedir. Yeryüzünün, bütün haberlerini anlatacağı da belirtilmektedir. Evet, yeryüzünün yaşadığı o büyük ve sarsıcı değişim ve dönüşümün nedenleri bizzat o değişim ve dönüşüm yoluyla ortaya konacaktır. Yaşanan her şey evvelce yaşananların sonucudur. Şimdi yaşanmakta olanlar da daha sonra yaşanacak olanların nedenidir. Buna rağmen insan, her seferinde “neler oluyor?” demekten kendini alıkoyamamaktadır.

Oysa gerçek apaçık bir biçimde ortadadır.

İşte o gerçek son iki ayette çok çarpıcı ve çok etkileyici bir biçimde ifade ediliyor:

“Kim zerre kadar bir iyilik yapmışsa onu görecektir.”

“Kim zerre kadar bir kötülük yapmışsa, o da onu görecektir.”

Evet, dünya – ahiret ikilemi, aslında neden sonuç – ilişkisi düzleminde anlaşılmalıdır. Bugün yaptığımızın sonucunu yarın görürüz. Zira yarınımız, bugünümüzün ahiretidir. Aslında konu bu denli yalın ve anlaşılır bir konudur.

Son olarak meselenin aslî hüviyetini ortaya koymak adına belirtelim ki, transandantal Allah inancının tabiî bir sonucu olarak üretilen transandantal ahiret düşüncesi, yokluğun ilahlaştırılması biçiminde ifade edilebilecek bir teolojik zemine dayanmaktadır. Bu ise Allah’ın içkinliğine inanan bir mümin için kabule şayan olmayan bir inançtır.

İlahiyatçı-Yazar Cemil Kılıç

https://twitter.com/m_cemilkilic