EDEBİYATA DAİR SICACIK BİR SÖYLEŞİ

EDEBİYATA DAİR SICACIK BİR SÖYLEŞİ

HER SAYFASI ÖZLEM, HER SAYFASI UMUT…

Türkiye’de yayınlanan tek Fransızca gazeteyi, Moda’da 15 yıldır aralıksız çıkaran yazar Hüseyin Latif ile son çıkardığı “Yazarın Yaşamından Kesitler” adlı kitabını konuştuk. Söyleşimiz biraz edebiyattan, biraz sanattan ve biraz da şehri İstanbul’un en kadim semti Moda’dan oldu.

Son yıllarda uğradığı değişimlerin anlatıldığı, portrelerin sıkça yer aldığı kitabın içindeki görselleri Meliha Serbes resmetmiş; 150 kadar çizim ile…

Yazar kitabının her sayfasında bizleri şaşırtıyor. Örneğin alışılmamış bir şekilde “İlk ve Sonsöz”ünde kitabın içeriğine anlamlı bir vurgu yaparak, aslında İstanbul’dan 25 yıl ayrı kalmanın özlemini anlatmış. Yani her sayfasında özlem, her sayfasında umut var.  

İşte Latif’in anlatımıyla Moda: “İstanbul deyince Moda başta olmak üzere belli başlı semtler, yazarları, şairleri ve çizerleri gelir aklıma. Her ne kadar kendime merkez olarak Moda’yı seçmiş olsam da sevdiğim, okuduğum yazarların kentleri, mahalleleri farklıdır. Ama onlar hep benimle birlikte olurlar; ne düşündüklerini, nasıl yaşadıklarını, ne yazdıklarını daima merak ederim. İşte bu merak ve bu kentte daha iyi yaşayabilmenin özlemidir bana bu kitabı yazdıran.”

Değerli okurlarımız şimdi sizleri Hüzün Yücel’in hazırladığı söyleşi ile başbaşa bırakalım.

Hüzün Yücel: Sizinle kitabınızın tanıtım gecesinde yanıştık. O kadar güzel bir söyleşi oldu ki dolayısı ile merak ettim kitabınızda anlattığınız Şehri İstanbul’un en kadim semtlerinden biri olan Moda’yı. Üstelikte farklı bir üslup ile kaleme almışsınız. Nedir bu kitaba konu olan sır?

Hüseyin Latif: Ben aslında oturduğum, yaşadığım yerleri anlatmak, okuyucularımla paylaşmak istiyordum.

Bir şeyler yazmaya başladım ve bu yazdıklarımın içerisinden böyle bir kitap çıktı. Yaşadığım mahalleyi, İstanbul’u anlatan bir kitap... Sonuçta İstanbul’la ilgili olan pek çok şeyi bu kitapta toplayarak otobiyografik bir çalışma yapmış olduk. Kitapta yer alan konuları Meliha Serbes resimleyince ortaya böyle bir eser çıktı.

 H.Y: Gerçekten de güzel bir kitap. Özellikle İstanbul’un son dönem can çekiştiğine tanıklık edince yüreğimiz kaldırmaz hale geldi. Kanal İstanbul sorunu, yeşilin katledilmesi, doğa dengelerinin altüst edilmesi, sağımızda solumuzda yüksek yüksek binaların görüntü kirliliği ile eski İstanbul’u arar olduk.  Şehri nasıl koruyabiliriz, şehrimiz ile ilgili neler yapabiliriz?

H.L: Az gelişmiş ülkelerde olduğu gibi bizim ülkemizde de şehir planlaması yok. Yapılsa dahi yerel yönetime talip olanlar yapılan bu planlamaları her fırsatta bozmaya ve değiştirmeye çalışıyorlar. Şehir için planlar hazırlanıyor daha sonrada göreve gelen yeni yerel yöneticiler kendi planlarını hazırlıyor. Bu hangi partiden olursa olsun değişmiyor. Hangi partinin seçilmiş başkanı olursa olsun planlara sadık kalmıyor. Gelişmiş ülkelerde ise şehir planları bir kez yapılıyor ve kim seçilirse seçilsin “Biz bunu değiştirelim” diye düşünmüyor ve planlara sadık kalıp, uyguluyor. Türkiye’de belediye meclislerinde üyeler sanki çok büyük makamlara gelecekmiş gibi büyük mücadeleler veriyorlar. Bu mücadele ekonomik, siyasal veya sözel olabiliyor. Niçin, neden geliyorlar, vakitlerini neden harcıyorlar, büyük müteahhitler, avukatlar, doktorlar veya iş adamları niçin vakitlerini iki-üç bin liralık huzur hakkı için geçirmeye çalışıyorlar, anlamış değilim. Medyadan izlediğimiz kadarıyla da o makamda olmak içinde büyük paralar harcıyorlar. Yani bunları ben iddia etmiyorum, bunlar gazetelerden okuduğumuz şeyler.

Sonra da bir bakıyorsunuz 5 katlı bir binanın yapımına izin verilmişken, 55 katlı bina yapılabiliyor. Bakın 1980 sonrası Avcılar ve banliyö dediğimiz semtlerdeki tarlaların yerine binalar yapıldı.  O binalar 1999’daki depremle hepsi yerle bir oldu. Şimdi burada suçlu kim? Müteahhit miydi gerçekten?

Bence tek suçlu binayı yapan değil, buna izin verenler, yani belediyelerdir. Çünkü oraya yapım iznini veren, kontrol etmekle yükümlü olan belediyelerdir.  Bu yüzdendir ki belediye yöneticilerimizin kesinlikle şehir planlamasında bilgi sahibi olmaları gerekiyor ki yeşili kaybetmeyelim ve güzel bir kente sahip olalım.

Bir şey daha ilave etmek istiyorum bu konuyla ilgili, biliyor musunuz dünyada en çok müteahhitte sahip ülkeyiz. Yani herkes müteahhit olabiliyor, ülkemizdeki müteahhit sayısı bütün Avrupa’dakinin on katı. Düşünsenize 30 bini aşkın müteahhit var Türkiye’de. Almanya’da 3550 müteahhit varken Türkiye’deki toplam müteahhit 453 bin 497.

H.Y: Evet biz yine kitabınıza dönelim, Moda’nın eski, tarihi ve nostaljik mekanlarını anlatmışsınız. Hemen aklıma şu soru geliyor Moda’nın nesi sizi cezbetti?

H.L: Bir şehri, oturduğunuz yeri veyahut bölgeyi tanımak için gezmeniz gerekiyor. Yani o semtin bakkalı, manavı, eczanesi, doktoru bütün bunları gezmeniz ve bilmeniz gerekiyor; sahipleriyle sohbet etmeniz gerekiyor. Üstelikte Moda’nın en köklü sakinleri yazarlar, araştırmacılar, sanatçılar... Ancak şimdi İstanbul’un dış ve iç göç sorunu var. İç göç de çok önemli; diğer semtlerde rahat edemediklerini ifade eden insanların gelip, yerleşmesi söz konusu Moda’ya…

Bu durumda Moda’nın o nostaljik havası yok oldu. İnsanlar sokaklarda, caddelerde rahat rahat yürüyemiyor. Yaz mevsimi gelince insanlar Bodrum’a gidiyormuş gibi geliyorlardı Moda’ya, ancak şimdi yedi gün yirmi dört saat insanlar akın akın buraya geliyor. Bu da rahatsızlık veriyor Modalılara…

Moda sakin bir yerdi. Belli bir yaş ortalaması olan ve yaşanması gereken bir semt. Kısacası tüketilmek için oluşmuş bir semt değil. Sokakların genişliği, evlerin, dükkânların boyutu buna uygun değil. Barlar sokağı diye bir yer var. Bozulma aslında orayla başladı. Mekânlar sığmadı sokaklara, caddelere yayıldı. Bu da Modalıların hoşuna gitmiyor. Gece geç saatlere kadar yüksek sesle konuşmalar, sarhoş naraları, kavgalar ve yaralamayla biten olaylardan dolayı birçok insan terk etmeye başladı bu güzel semti. Birçok yer satılık.

H.Y: İstanbul’da Moda gibi birçok tarihi semt var buram buram tarih kokan... Onları da aynı kader bekliyor gibi. Mesela Samatya, Eminönü, Sirkeci; kısacası Tarihi Yarımada da bozulmaya yüz tuttu.  Nasıl geri kazanabiliriz tarihi semtlerimizi?

H.L: Çok güzel bir konuya temas ettiniz. İstanbul’u yalnızca İstanbullular bozmuyor, zaten bozamaz da! Dışardan gelenler, kendi kültürleri ile birlikte geliyorlar. İstanbul aslında dünyaca referans bir kent. İstanbul’a dünyanın ve ülkemizin değişik yerlerinden her türlü insan gelmeye başladı. Bu gelenler de kuralsız bir kentte, kuralsızca kendi kültürlerini yaymaya başladılar. Örneklersek, Açılan bir restoran İstanbul’u yansıtmıyor. Bu durum kontrol edilmiyor, bu durumda da İstanbul’un dokusu ve kültürü değişiyor. Adeta bir Ortadoğu kentine dönüştü. Kısacası insan bir yere gittiği zaman oranın kültürüne, örf ve âdetine saygı göstermeli diye düşünüyorum.

H.Y: Biraz da genel yayın yönetmeni olduğunuz gazetenizi konuşmak istiyorum. Çok güzel bir gazete. Türkiye’de yayın yapan Fransızca bir Gazete… Tam da Moda’ya yakışır bir gazete yayınlıyorsunuz. Bu fikir nerden çıktı?

H.L: Ben öğrenimimi yurt dışında tamamladım. Öğrenimimi finanse edebilmek için benim yönetimimde Fransız gazetecilerden oluşturduğum bir ekiple ekonomik, sosyal ve kültürel dergiler yayınladım. Yıllarca bu işi yaptım Fransa’da ve başarılı da oldum. Türkiye’ye gelince de huylu huyundan vaz geçmez misali bildiğim ve vazgeçemediğim mesleğim yayıncılığa devam etmek istedim. Çünkü biliyorsunuz gazetecilik, yayıncılık bulaşıcı bir meslek grubudur. Adeta bağımlılık yapıyor. Durum böyle olunca kolları sıvadım gazete çıkarmak istedim. Zira burada Fransızca yayın yapan gazete yoktu.

Hâlbuki biliyorsunuz Türkiye’de ilk olarak 1794’te ilk yayın Fransızca yapılmıştır. Uzun yıllar yani 35 yıla yakın bir süreçte Türkçe yayın çıkmamış, hep Fransızca gazeteler yayınlanmış. Padişahlar buna öncülük etmiş, Fransızca yayın çıksın diye…

Tam tarihi hatırlamıyorum sanırım 1975’lerin ortasına kadar Türkçe – Fransızca günlük gazete çıkıyormuş İstanbul’da. Sonrasında ise hiç bir Fransızca gazete çıkmamış. Ben de gazete yayınlamak istiyordum. Fakat gazete çıkarmak o kadar maliyetli ve külfetli ki bir iş ki anlatamam. Çünkü Ben Fransa’da 25 yıl kaldım. Bu uzun zaman diliminden sonra döndüğüm şehir değildi İstanbul.  Üstelik de kimseyi tanımıyordum. Bu yüzden de aylık bir gazete çıkaralım diye düşündük.  Gazete formatında ama aylık bir gazete… Bu düşünceyle kolları sıvadık ve yayına başladık.  O gün bugündür tam tamına 16 yıl oldu.

H.Y: Çok güzel ve uzun soluklu bir dönem olmuş. Peki, tepkiler nasıl, yani ilgi var mı gazeteye?

H.L: Gazeteye ilgi ilk yayınladığımız ilk yıllarda daha fazlaydı, şimdi de yok diyemeyiz. Tirajımız düşüyor ama yayınladığımız bir haberin etkisi aynı eskisi gibi kalıyor. Maalesef halkımız bu dönemde kâğıt gazeteye dokunmayı sevmiyor. Almak istemiyor ya da para harcamak istemiyor. Yani insanların tercihleri değişti. Haberi ücretsiz okumak istiyorlar.

H.Y: Artık insanların okuma alışkanlığı kalmadı. Geçim derdi, hayat pahalılığı derken okumaktan, bilgi sahibi olmaktan uzaklaştı. Sizce de ekonomik nedenlerden mi bu durum?

H.L: Bunun parayla fazla bir ilgisi yok bana göre, çünkü insanlar bir şekilde ulaşabiliyor haber ağlarına. Büyük gazetelerimizin bile tirajları çok düştü. Bilgi bombardımanı var ve internet ortamı da bilgi çöplüğüne dönüşmüş durumda. Kültürlü insan için sorun değil; aldığı bilgiyi karşılaştırabilir, ama bilgisiz biri oradaki ilk bilgiye bakıyor ve yanlış bilgi ile hareket ediyor.

H.Y: Son olarak şunu sormak istiyorum, kitap dağıtım firmaları ile ilgili neler söyleyeceksiniz, malum kitap tanıtımında dağıtım firmalarının önemi büyük, neler söyleyeceksiniz?

H.L: Dağıtımla ilgili tekeller oluştu. Bunlar ilericiyim diye oluşan büyük firmalar, büyük tekeller. Bizim gibi küçük yayınevlerinin kitaplarını dağıtmak istemiyor. Dağıtılmasına da müsaade etmiyorlar.  Yine de biz bağımsız birkaç kitabevi var onlarla çalışıyoruz ve kitaplarımızı satmaya çalışıyoruz.

H.Y: Peki bununla ilgili nasıl önlem alınmalı ve tekeller oluşmamalı özellikle de edebiyat konusunda. İnsanların okuma özgürlüğü olmalı. Bu yüzden de acaba Kültür Bakanlığı daha sıkı denetim mi yapmalı?  Ne dersiniz?

H.L: Sorun belki de Kültür Bakanlığından kaynaklanıyordur. Tekelleşmenin önüne geçilmesi lazım, küçük yayınevlerinin tekellerin iki dudağının arasında olmaması gerekiyor. Bu konuda ciddi adımlar atılmalı.

Misafir Avatar
İsim
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, pornografik, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.

banner80

banner87