BANA BİR MEKTUP GELDİ, İÇİNDEN GEÇMİŞ, GENÇLİK ve MEMLEKETİM ÇIKTI! BEN de OTURUP BUNLARI YAZDIM…

Karstayım. Çocukluk ve öğrencilik yıllarım…

Ortakapı Mahallesindeki evimizden postanenin karşısında olan okuluma doğru gidiyorum. Karşımda eski halkevi (daha sonraki halk eğitim merkezi, daha daha sonra da Kars Öğretmen Okulu olan bina) var. Köşede köşe bakkal, yukarıda annemin arkadaşı Diş doktoru Gülizar teyzemin (biz çocukların korkulu rüyası Dişçi Gülizar!) muayenehanesi…

Yürüyorum yazsa seke seke, koşa koşa! Kışsa kaya kaya, düşe kalka. Derken hızla geçiyor yıllar…

Erzurum’dayım bu kez. Üniversite kazanmışım. Hem de adı Atatürk olan üniversiteyi. Yurtta kalıyorum. Okulun ilk yılları anne-baba özlemi, ev –mahalle- arkadaş ev yemekleri hasretiyle dopdolu yıllar. Şehre indiğimde evlerden gelen yemek kokularının genzimi yaktığı, anne köftesi, anne pilavını özlediğim yıllar…

Bitmeyen yurt gecelerinde, evimi özlediğim, durup durup ağladığım, nedenli nedensiz hırçınlaştığım günler, Azeri mahnıdaki gibi “telebelih illeri!” Rahmet ve özlemle andığım babamın Erzurumlu tüccar dostlarının “kızın bize emanettir” diye açtığı sınırsız kredileri kullanmamak için zorlandığım yıllar. Taksitle yemek yediğimiz Yeşilyurt Lokantası’nın evi aratmayan lezzet küpü yemekleri…

Türk Tiyatro Tarihi dersinden sınıfta en yüksek notu aldığımda hocamın bana teşekkür etmesi üzerine sınıfta attığım çığlıktan utandığım yıllar! Ve aldığım notun sevincini annemle paylaşmak için koşarak gittiğim postanede memura yalvardığım cep telefonsuz yıllar…

Kars, Dostluk, Gençlik…

Bazen sanat sohbetleri yaptığımız, bazen geleceğimizi konuştuğumuz, bazen güncel sorunlara daldığımız, bazen de havadan sudan söz ettiğimiz yıllar! Bugün geriye dönüp baktığımızda, ya da sınıf ve dönem buluşmalarımızda “güzel çok güzel zamanlardı!” deyip derin ahlar çektiğimiz yıllar…

Arkamızdaki kalelerin, her şiddet ve derinlikteki olaylar karşısında “çelik gibi şefkatin” ne olduğunu bize öğrettikleri yıllar…

Bazen hayalini kurduğumuz mesleği konuştuğumuz, bazen memlekete gidelim bir çivi de biz çakalım diye planlar yaptığımız, bazen ve daha çok çevreye, insanlığa, yüksek boyut katanları örnek aldığımız yıllar! Az görüşsek de çok arkadaş olduğumuz, birbirimizi incitmeden, dertte tasada memleket sorunlarında kimi zaman beyin fırtınası yaparak, kimi zaman gözyaşı dökerek, bazen de gülümseyerek gelip geçen, hevesimizi, neşemizi elimizden alan zalım yıllar…

Ruhi Su’nun güçlü sesini, Âşık Hüseyin’in güngörmüş dizelerini ezber ettiğimiz yıllar; “Hüseyin beyhude ah etme naçar/ Bir kapı örterse birini açar/ Buna dünya derler hepisi geçer/ Hangi günü gördün akşam olmamış” deyişine kiminin sesiyle, kiminin sözüyle, kiminin sazıyla eşlik ettiği yıllar. Özetle hasretini hala genzimde hissettiğim tasasız, gençlik dolu yıllar…

Yine bu dünyada bizim için akıl, vicdan, duygu, dürüstlük, dostluk özetle yaşamın anlamı saydığımız değerlerin var olduğu ve el üstünde tutulduğu yıllar! Şaşmaz ve yanıltmaz bir adalet duygusuna sahip olan ailelerimizden; neşeydi, şakaydı, gülmenin hasıydı, bakışın içtenliğiydi, hüznün en yürekten olanıydı gibi duyguları öğrendiğimiz yıllar! Korkmadan, çekinmeden, koşarak sığındığımız güvenli limanların olduğu yıllar…

Ülkenin her yerinden gelip kalanların mesken tuttuğu yurtta, biraz Ege, biraz Akdeniz, biraz Karadeniz, daha çok Anadolu rüzgârlarını estirdiğimiz yıllar! Yoğundan verenlerin, her zaman ve her şeyi paylaşanların çok olduğu yıllar. Dostluğu, şefkati, sağduyuyu, anıları, birikimleri, yüreği, sevgiyi, edebiyatı, şiiri ve muhteşem yaşama sevincini ortaya koyduğumuz o güzelim yıllar…

Uzun yıllara dayalı dostluğun, yol arkadaşlığının belkemiğini oluşturan, sapasağlam dostlukların rol modeli olan “ağa tabiatlı” arkadaşlarımızın gani olduğu yıllar! Zor zamanlardan geçtiğimiz bugünlerde, bizleri yine sarıp sarmalayan buluşmaların bitiminde ayrılmayı zorlaştıran yıllar! Hele birde aramızdan erken ayrılanları duyunca onları toprağa koyup dönmenin adama koyduğu, onlarsız bir yaşamı düşünmenin adamın içine oturduğu yıllar…

Doğulu olmadığı halde bize katılan, burnunu havalara dikmeyen, her zaman saygı uyandıran, çalışkanlığını, üretkenliğini her düzlemde kanıtlayan ve bizim için taptaze bir soluk olan arkadaşların bu özelliğini ayakta alkışladığımız yıllar…

İçinde hasreti ve kederi büyütenlerin az, gülüp geçenlerin çok olduğu yıllar! Hepimizin güzel, yakışıklı ve genç olduğumuz yıllar! Gözlerimizin parlak, hayata ve yarınlara inancımızın çok olduğu yıllar! Her zaman bize umut veren, bizi teselli eden bir şeylerin var olduğu, ya da bizim onları arayıp bulduğumuz yıllar! Bunun bazen soğuk memleketimizin ısıtan bir soba sıcaklığı, bazen de bizim saf inancımızın bizi sarıp sarmaladığı yıllar! Hele de gençlik coşkusuyla gecelerimizin şiire, edebiyata boğulduğu, doyduğu yıllar…

Henüz yazı çizi işlerine giremediğim, ya da yeni girdiğim günlerde o âlemin en tecrübeli, kafaya kakmayan, germeyen, rahatlatan, “bu da bir iştir hedef koyarsan başarırsın dedirten” ustaların, hocaların el verdiği, yol gösterdiği, ufuk açtığı yıllar…

Kendisinden hiza aldığım, bilgisinden feyz aldığım, abartmamayı ve alçakgönüllü olmayı öğrendiğim, emeğini unutamadığım, katkısını yadsıyamayacağım arkadaşlarımın çok olduğu yıllar! Karanlığı yırtma çabalarımızda yan yana yürümüşlüğümüz olan, şimdi düşünürken ve yazarken boğazımı düğümleyen, “onlar yazamazken gel de yaz diyen iç sesten” kaynaklanan acıyı derinden duyumsadığım yıllar…

Başkasının özlemini özlem edinen, başkasının derdini dert edinen, başkasının yükünü yük edinip kendi yüküymüş gibi taşıyanların hiç de az olmadığı yıllar! Söz bitince bakışların bütün derdi anlattığı yıllar! “Neyi özledin? Sorusuna batılıların “Vapurda çay simit yemeği”, doğuluların; “lavaş-pendir” diyerek insanın içini sızlattığı yıllar!

Erkenden gelen telefonunun yine birini kaybettiğimizi haber verdiği, arkadaşımız, birlikte olduğumuz, sık sık bir araya geldiğimiz biri olmadığı halde insanın içinden bir şeylerin eksildiği, haberi alan herkesin kendini kederli ve yalnız hissettiği anlar! Gel dediğimiz zaman gelen, derdim var dediğimiz zaman dinleyen, içim sıkılıyor dediğimiz zaman koşanların- konuşanların zamansız gidişinde, insanın içine oturan kederin hiç geçmeyecekmiş gibi kavurduğu yıllar…

Yazının ve yalnızlığın içinde ancak bu kadarını dile getirebildiğim, aynı sofraya oturduğumuz, masada sanal da olsa şairleri, yazarları, sanatçıları, sinemacıları eserleriyle sohbete dâhil ettiğimiz, paylaştığımız anları-anıları unutamadığımız, özellikle de büyük Atatürk’e hayranlığımızı anlata anlata bitiremediğimiz o özlenesi yıllar…

Kendime Not: Geçmişe, gençliğe, memlekete ait diyeceklerim şimdilik bundan ibaret. Sonrasını sonra konuşuruz. Biriken kâğıtları, özenle alınmış notları, eski defterleri karıştırırken önüme çıkanları paylaşmak, sizleri bir kalemin yazabileceği en sıcak en dost sözcüklerle selamlamak istedim. İçinde hasret ve keder büyütenlerin dışında hasetlik de büyütenler ne der bilemem ama! Bugünlerde geçmiş yine burnumda tütmeye başladı da!

Okura Not: Hafta sonları duygusal, nostaljik yazılar yazma günüm! Bu karar umumi istek ve yoğun talep üzerine alınmıştır…

Misafir Avatar
İsim
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, pornografik, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.

banner80

banner87