DÜNDEN BUGÜNE SURİYE! 
Şam’ın Suyu, Halep’in Yemekleri, Lazkiye’nin Denizi(1)


Dünden bugüne gelinen, getirilen, istenilen ve biraz da kaşınan Suriye cephesini, Rakka bilmecesini, El Bab’da yaşananları görünce eskilere dönüp bir zamanlar Suriye ne imiş, ilişkilerimiz nasılmış anımsamak ve paylaşmak istedim. Tabii ki onlara sunduğumuz olanakları, 4 milyona yaklaşan Suriyeliye yaptığımız ev sahipliğini, ruhsatsız kurdukları işyerlerini, ödemedikleri vergileri, canı çekenin istediği üniversitede okumasını, sınavsız girdikleri üniversitelerde 550 bin Suriyeli gencin okuyacağını unutmayarak…

Yine toplu taşıma araçlarına ücretsiz binmelerini, hastanelerde ücretsiz tedavi olmalarını, bedava dağıtılan ders kitaplarını, ülke ekonomisine verdikleri zararı,  o topraklarda verdiğimiz savaşın her gün artan maddi ve manevi maliyetini, Şam’da Cuma namazı kılma hayalinin bize ödettiği faturayı fonda tutarak…

Şimdi gerilere uzanmanın zamanıdır…

Güzel, çok güzel günlerdi. Hevesli ve coşkulu olduğumuz günlerdi. Hayalini kurduğum bir kitabın alt yapısı için yollara düştüğüm yıllardı. Az görüştüğümüz, çok dost olduğumuz bir grupla Suriye rotası çizip, 9 günlük Ramazan Bayramı tatilini fırsata çevirmek amacıyla ver elini demiştik o zaman dost olduğumuz topraklara…

Birbirimizi incitmeden, dertte tasada buluşarak, memleket sorunlarına bazen gözyaşı döküp, bazen beyin fırtınası yaparak havadan sudan konuşarak geçirdiğimiz, gezip tozduğumuz, not alıp fotoğrafladığımız 9 gün. Dile kolay… 

Hevesimizin kırılmadığı, neşemizin bozulmadığı güzel, çok güzel zamanlardı…

Sevgili okur dostlarım!

Havadan sudan yazmayı unutalı çok oldu. Geldiğimiz noktayı görünce o günleri ve anılarımızı paylaşmak istedim. 2002 yılında gidip gördüğüm o toprakları, tanıdığım insanları, kitaplarıma konu ve konuk olan yerleri – kişileri sizinle yeniden yaşamak istedim. Bu yazı biraz sabretmenizi rica ederek…

Evet, şimdi Halep yok! Halep yıkılmış, yakılmış bir kent artık. Ama benim içimdeki ve anılarımdaki yeri öylesine canlı ki! Suriye iç savaşından insanlığın alacağı çok ders var deyip, sokaklarında dolaştığım, kalesine çıktığım, mutlu ve cömert insanlarla tanıştığım, medeniyetine (özellikle bugün yerinde yeller esen ve bir taş yığınına dönüşen antik kent Palmira’yı görünce!) hayran olduğum bu ülkeyi yeniden anmak ve anlatmak istedim…

Şimdi ver elini Şam, Halep, Humus, Hama, Palmira,  Lazkiye, özetle Suriye…

Halep sokaklarında dolaşıyorum. Birbirine değerek, dokunarak, seslenerek, bağırarak, yaslanarak yaşayan insanlar, eskiciler, satıcılar, işportacılar, öğrenciler, memurlar, işçiler, kadınlar, erkekler hepsi düşleriyle, sesleriyle, hayalleriyle bir fon oluşturuyorlar.

Renk cümbüşü olan Halep’te ilk dikkatimi çeken, kadınların çalışma yaşamındaki azlığı oluyor. Çarşafın, türbanın, peçenin altına gizlenen yaşı da güzelliği de görünmeyen kadınlar, süslü giysileri ve sürmeli gözleriyle genç kızlar, yüzlerinde hayata yenik düşmenin tüm çizgilerini taşıyan erkekler, dar gelirli, yoksul insanlar; geçmişin görkemini taşıyan binalar hemen gözüme ilişiyor… 

Trafik ışıklarının az olduğu Halep’in caddelerinde gezerken kilim, halı ve ipek başta olmak üzere Halep dokumaları gözümü alıyor. Kiliseler, bakımlı ve düzenli görüntüleriyle ilgimi çekiyor. Erkeklerin Sibel Can, kadınların İbrahim Tatlıses, genç kızların Tarkan sevgisi bayağı dikkat çekiyor. Galatasaray, Fenerbahçe ve Beşiktaş’a yönelik ilginin büyük olduğu ortada! Ama beni en çok etkileyen, Kapalıçarşı’da alışveriş yaparken Türkçe konuştuğum için arkamdan “Mustafa Kemal Atatürk” diye bağıran esnaf oluyor. Hemen o dükkâna dalıp, önüme koyulan hediyelik eşyaların kalitesine ve fiyatına bakmaksızın satın alıyorum. 

Arkadaşlarımla birlikte gittiğim Halep’teki lokantada Türk olduğumuzu öğrenip, “Aynalar” ve “Sana dönmeyeceğim” şarkılarını çalan piyanistin jestiyle duygulanıp ağlamaya başlıyorum. Yan masada oturan genç kadın ve erkek dikkatimden kaçmıyor. Masalarına doğum günü pastası geliyor, kadın peçe takmış, yüzü ve gözü kapalı. Pastasındaki mumları üflemek için çok uğraşıyor, yüzünü açmaya çalışıyor, eşi göz işaretiyle olmaz diyor ve ben yemeğimi bırakıp çaktırmadan onları izliyorum. Derken kadının fendi her zaman olduğu gibi erkeği yeniyor. Genç kadın yumuşak bir çalımla örtüsünü düzeltirken örtü ipek olduğu için yere düşüyor ve o fırsatı kaçırmayan kadın iki ara bir derede pastasının mumunu üflemeyi başarıyor. Bu üfleme sırasında içinden dilek tutuyor mu, ya da ne tutuyor onu bilmiyorum ama kadını bu başarısından ötürü içimden alkışlamak geliyor…

Sokakta adres sorarken yanıma şık giyimli, güngörmüş, orta yaşlarda bir bey geliyor, adının Sarkis Kavlakyan olduğunu, Maraş’tan göçtüklerini, Halep’te kuyumculuk yaptığını, memleketi “çok göresi” geldiğini ve Fenerbahçeli olduğunu söylüyor. Otelimi soruyor, gelip beni ve arkadaşlarımı evine yemeğe davet edeceğini, ailesiyle tanıştıracağını, ona bu imkânı vermemizi, böylelikle memleket hasretini biraz olsun gidereceğini söylüyor. Ona sabah erken yola çıkacağımızı, gezi programımızın çok dolu olduğunu, kendisini memlekette beklediğimizi söylüyorum. İç geçiriyor, sesi titriyor, gözlerini kaçırarak; “inşallah, iyi olur, çok isterim” diyor.

Ertesi gün Halep Kalesi’ni dolaşırken iki genç yanıma yaklaşıyor. Diyarbakırlı olduklarını, Halep’in Haydariye bölgesinde ayakkabıcılık yaptıklarını söylüyorlar. Sohbetimiz ilerliyor. Onların memleket hasretinin bir türlü bitmediğini görüyorum. Adları Mehmet ve Saleh olan gençler, beni ve arkadaşlarımı evlerine iftara davet ediyorlar. Oruç tutmadığımızı söylüyoruz. Israr ediyorlar. “Ailelerimizle sizi tanıştırmak istiyoruz” diyorlar. Onlara çantamdaki şeker ve lokumlardan veriyorum. İftar sofralarında memleketten bir renk olsun diye…

Sohbetimiz sırasında Saleh; Şam’ın suyunun, Halep’in yemeklerinin, Lazkiye’nin denizinin, Palmira’nın hurmasının, Humus’un da kızlarının güzelliğinin ünlü olduğunu söylüyor. Mehmet ise Diyarbakır’ın son durumunu çok merak ettiğini, parasını denkleştirebilirse ilk fırsatta Türkiye’yi ziyaret edeceğini belirtiyor. Mehmet ve Saleh’in nazik davetlerine bir kez daha teşekkür edip vedalaşırken, uzun süre birbirimize el sallıyoruz. Sonra da memleket hasretini yaşaran gözlerimize, düğümlenen boğazımıza yüklüyor, bir kez daha ayrılığın ve gurbette yaşamanın her insanın, insan olanın yüreğini dağladığını biliyor, görüyoruz… 

Diyarbakırlı Mehmet ve Saleh’in, Maraşlı Bay Sarkis’in insanın gönül tellerini sızlatan söz ve davetlerinden sonra otele biraz buruk, biraz yorgun dönerken, yüzüme bakan, çok güzel gözleri olan ve çok içten gülümseyen iki genç kızla karşılaşıyorum. Sanki birbirimizi tanıyormuş gibi sıcacık selamlaşıyor, tek kelime konuşmuyoruz…

Not: Hafta sonuna denk getirdiğim bu mini(!) yazı dizisinin devamını yarın okuyacaksınız.
Misafir Avatar
İsim
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, pornografik, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.

banner80

banner87