SIZLANMAMAK İÇİN…

Halkın büyük çoğunluğu barış, huzur, güvenlik istiyorsa, beklenen tek ses barışın, özgürlüğün, kardeşliğin sesiyse orda durup düşünmek gerekir. Birileri de durmadan, “duyma, işitme, görme boş ver, geç onları” diyorsa, orda da derinlere dalıp gitmek gerekir!

Özelikle ve öncelikle her konuda rol model olanın ve onun konuşma üslubunun şu anda ülkeye egemen olduğunu unutmayalım. Örneğin Erdoğan; “Lafa bak ya! Dertleri ney! Şehide de gaziye de ihtiyaç var” mı dedi?  Bu sözleri duyan vekil, vükela, bakan, yardımcı, sözcü, danışman ordusunun hemen aynı üslup, aynı tonlama, aynı teklifsiz ifade, aynı had hudut bildirme, aynı ayarı çekmeyi dolaşıma soktuğunu da…

Örneklerle ilerlersek; bakanların çok yönlü olduğunu, her konuyu bildiklerini, birbirlerinin alanına girdiklerini, hele de çok yönlü dışişleri bakanının dışişlerindeki tüm sorunları yola koyup bu kez de milli eğitime el attığını sık sık görüyoruz. İlgili bakan geçenlerde; ülkemizi muasır medeniyetlerin üzerine çıkarmak için eğitime çok önem vermemiz gerekir diye buyurdu. Daha fazla imam hatip ortaokulu, daha fazla imam hatip lisesi açacağız müjdesini verdi. Sanki gizli bir el şiddetin ve terörün vitesini yükseltmemiş gibi kendi işini bırakıp eğitime de el attı. Bu arada bu çok yönlü bakana Beştepe’nin, her iki bakanlığı da yürüt demesinin iyi olacağı kulislerde yankılandı!

Sözcüklerden tasarruf ede ede ilerlerken başlığı unutmadığımı söylemeliyim…

İki evden birinde silah bulunduğuna, 17 milyon ruhsatsız, 20 milyon dolayında bireysel silah olduğuna o alanlar ve adımlar yetkin makamların işi olduğu için girmiyorum! Ancak çocukluğumun unutamadığım bir deyimini yeri geldiği için hatırlatıyorum. Bizim zamanımızda işler karışınca, özellikle de yün yumakları dolaşınca hemen akla “Arap saçına dönmüş” deyimi gelirdi. Yıllar içinde bu deyimin de içi boşaltıldı, artık hem Arap dostlarımızı üzmemek, hem de yeni karmaşaları tanımlamada hafif kalacağı için unuttuk gibi Arap saçı benzetmesini…

Oysa Fırat Kalkanı, ÖSO, Esad, El Bab, IŞİD, Cihat, Suriye derken ortalık Arap saçına çoktan döndü.  ABD, İran, Rusya, Şam sıyrılıp giderken kala kala sahada kaç kişi kaldığı ortada! Suriye’yi temizlemek kimlere düştü derseniz, “Şehide de, gaziye de ihtiyaç var” sözüne bakarak rahatlıkla iş başa düştü diyebiliriz! 

Bir de şu var! Bir tarım ülkesi olmamıza rağmen tarımda küçüldüğümüzü, sanayide, hizmetlerde, yatırımlarda, ihracatta, turizmde de küçülüp, sadece inşaatta büyüdüğümüzü biliyoruz. Buna değinmeye ve üzülmeye gerek yok! Nasılsa devletin tüm kurum ve kuruluşlarının üst düzey koltuklarında oturanlar; bölgemizi, coğrafyamızı, tarihimizi, gerçekleri, savaşların nedenlerini ve sonuçlarını iyi biliyor, gereken neyse yapıyorlar, yazmak ve kaygılanmak gereksiz!

Ancak bir soru var! Şehitler Tepesi, Şehitler Köprüsü, Şehitler Parkı, Şehitler Bulvarı gibi isimlerden sonra batının bize Şehitler Türkiye’si veya Şehitler Ülkesi adını verip vermeyeceği şimdilik bilinmiyor. Yine başbakanın; “Bu terörle Kahramanmaraş’a hızlı treni engelleyemezler, modern havalimanı terminalini engelleyemezler” şeklindeki sözlerinin gencecik şehitler için ne ifade edeceği, duble yolların onlara ne sağlayacağı da bilinmiyor!

Bilinen şu! Terör saldırılarının bitmediği, 500’e yakın kişinin hayatını kaybettiği bir ülkeden söz ediyoruz. Şahadet şerbetinin yönetim erbabı tarafından önerildiği bir ülkeden söz ediyoruz. Basına yansıyan vesikalık fotoğraflarda gülümseyen yüzleriyle zihnimize kazınan gençlerimizden, yoksul evlere düşen ateş toplarından söz ediyoruz. Her gidenle eksildiğimizi, durmaksın azaldığımızı, beşer, onar, yirmişer gruplar halinde gençlerimizi uğurladığımızı biliyoruz...

Doğuda kar, ülkede kan kokusu varken, öfkenin kederin, acının hele de acılı ailelerin çaresizliğinin, ödenen bedelleri anlatmanın zor olduğunu biliyoruz. Siyasi iktidarın artık ezbere bildiğimiz; “kanları yerde kalmayacak, intikamları alınacak, bunlar terörün son çırpınışları” sözlerinin artık havada kaldığını bildiğimiz gibi…

Beşiktaş, Kayseri, Ortaköy, İzmir derken acı üstüne acı, yürekleri parçalayan feryatlar için ortak bir akıl, makul bir yolun şart olduğunu biliyoruz. Aynı tevekkülle, aynı reflekslerle, aynı kınama sözleriyle, aynı kalıplarla, ezberlenmiş repliklerle konuya yaklaşmanın bir işe yaramadığını bildiğimiz gibi…

Bu arada da şükredeceğimiz konuların olduğunu da unutmuyoruz…

Örneğin iyi ki Somali, Çad, Güney Sudan, Orta Afrika Cumhuriyeti, Gine, Nijerya gibi ülkelerde yaşamıyoruz! Çünkü adı geçen bu ülkeler başkanlık sistemiyle yönetiliyor. Buralarda yasama, yürütme, yargı tek kişinin kontrolünde. Ülkede ekonomiden dış politikaya, futboldan televizyona her şeye başkan karar veriyor. Kamu ihalelerinden imara açılacak arazilere, köprü yapımından havaalanı yapılacak yerlere, yol ve tünel inşaatlarına kadar yine başkan onay veriyor. Devlet hazinesini kişisel kasası gibi har vurup harman savuruyor. Allah korusun! Ya esnekliği sağlayamayan, riski analiz edemeyen, beklentileri şiddetle yok etmeğe çalışan, çok sesliliğe inanmayan, kutuplaşmayı artıran, hoşgörüyü önemsemeyen o ülkelerde yaşıyor olsaydık ne yapardık kim bilir? Yazık oralarda yaşayan halka, ne şanssızlar!

Şanslıyız ki;  Konfüçyüs’ün liyakati esas alan devlet tanımını, Sokrates’in adaleti esas alan devlet tanımını, Kant’ın hukuku esas alan devlet tanımını, Marks’ın paylaşımı esas alan devlet tanımını, Rosseau’nun özgürlük ve eşitlik haklarını koruyan devlet tanımını, Thomas More’un hoşgörülü devlet tanımını alıp harmanlamış, içine sindirmiş bir devlet olgusuyla yönetiliyoruz! Aksi halde ne yapardık kim bilir?

Yine şanslıyız ki, yatırımdı, gelecekti, gençlikti, dış ilişkilerdi, beydi, bakandı, vekildi her konuyu bilen bir yönetim iş başında. Siyasi sicilinde tek bir defo olmayan, her şeye hâkim, her konuya vakıf, milli seferberlik ilanından ekonomiye, yatırımlardan eğitime her konuda bilgi sahibi olan bir iktidar ve lider iş başında. En kestirme ve en sakin cümleyle şunu söylemeliyiz ki çok şanslıyız vesselam…

Bu koşullarda cezaevleri kalabalıkmış, 20 bin asker, 10 bin polis, 30 bin öğretmen, 5 bine yakın hekim, 4 bin civarında öğretim üyesi, binlerce üniversiteli, yargının beşte biri olmak üzere 100 bine yakın kişi kamudan ihraç edilmiş. Bunların atamasında bir zamanlar kimin imzası ve onayı varmış? Dünyada en çok gazeteci bizde hapismiş. Bu freni patlamış ülke daha ne kadar dayanabilirmiş? Savaş bütçesi tavan yapmış. Toplumun patlayan öfkesi, koca dehşeti, öğretmen dayağı, aile içi şiddetin artması, nefret dili, vurma kırma, sokağa taşan cinnet hali, örtülü ödeneğin kriz dinlememesi, işsize iş de, umut da olmaması ne gam!

Hapisteki 146 basın çalışanı ile bugün Türkiye dünyanın en büyük gazeteci hapishanesine dönmüşmüş, sınır tanımayan gazeteciler örgütü gazeteciliğin en riskli olduğu yer için Türkiye diyormuş, bu çığlığı duyan yokmuş ne gam! Geçmişe dolaylı ve dolaysız katkıları ve ihmali olanlar sütten çıkmış ak kaşık gibi ortalarda salınıyormuş, ülkemizin toplumsal dokusu, kültürel dokusu bozuluyormuş, demokrasisi yaralar alıyormuş ne gam! İstanbul’da yeşil alan oranı yüzde 2.20 iken, bu oran Londra’da yüzde 33, Madrit’te yüzde 35, Singapur’da yüzde 47, Moskova’da yüzde 54’müş ne gam!

Ne diyor yönetim; “kusura bakmasınlar!”
Kusura bakan ve gamlanan biri olarak bu söz ve bu sorunlar yüreğimden hiç çıkmıyor da…

Misafir Avatar
İsim
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, pornografik, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.

banner80

banner87